Erkek Egemen Cinsiyetçi, Eklektik, Kendiliğindenci, Ertelemeci
Kadın cinsini bin yıllardır baskı altına alarak köleleştiren erkek egemenliğine karşı mücadele; bugünden yarınlara uzanan sınıfsız, sömürüşüz bir dünyanın kurulmasına kadar kesintisiz olarak sürdürülmesi gereken uzun bir savaşımın konusudur. Dolayısıyla, kadın kurtuluş mücadelesini yarınlara/sosyalizme havale ederek, erkek egemenliğine karşı mücadeleyi devrimci mücadelenin genel ve temel bir görevi olarak önüne koymayan; erkek egemenliğine karşı mücadeleyi sermaye egemenliğine karşı mücadeleye indirgeyen; hatta fiilen yok sayan anlayış ve pratik kadın sorunu ve öz-gürleşmesiyle kurulan ilişkide, özünde erkek egemen cinsiyetçi bakış açısının hakimiyetini ve gücünü yansıtır. Bunun içindir ki, kadınların kurtuluşu savaşımında devrimci harekette egemenliğini ister kaba, isterse de inceltilmiş halleriyle sürdüren erkek egemen cinsiyetçi, ertelemeci, kendiliğindenci çizgiye karşı teorik, ideolojik mücadele, sosyalist kadınların temel görevlerinden biridir.
Coğrafyamızda kadın sorunu ve kadın kurtuluş mücadelesine yaklaşımda; erkek egemen cinsiyetçi, eklektik, ertelemeci, kendiliğindenci çizginin önde gelen temsilcilerinden biri de Yürüyüş Dergisi’dir. Yürüyüş’ün sayılarında yapılacak bir taramada, kadın sorununda 8 Mart’tan 8 Mart’a klasiğine sıkı sıkıya demir atmış olduğu gerçeğiyle karşılaşırsınız. Yürüyüş’ün bazı genel doğruların arkasına eklenen “ama”larla inşa edilmiş eklektik çizgisinde erkek bakış açısının nasıl galebe çaldığına daha yakından bakmakta yarar var.
Sınıf bakış açısı mı? Tersinden cinsiyetçilik mi?
Kadın cinsinin köleleştirilmesinin tarihini ortaya koyarken, bugüne kadar devrimciler, sosyalistler Engels ve Bebel’in fikirlerini özetlemekle yetinmiştir; yetinili-yor. Her ne kadar bugün ulaştığımız birikim, kavrayış düzeyi ve kadın kurtuluş mücadelesinin dayattığı ihtiyaçlar, Engels ve Bebel’in fikirlerine, Sovyet deneyimine sorular yöneltmeyi gerektirse de; bu konularda daha da fazla derinleşmek gerektiğine inansak da; sorunun tarihsel gelişiminde, ortaya konulmasında genel olarak bu yöntemi (özetleme) kullanmanın yanlış olduğunu düşünmüyoruz. Ancak, özetlemenin bittiği noktada sorunlar başlıyor. Bu nedenle, Yürüyüş’ün “Kadın nasıl köleleştirildi? Nasıl özgürleşecek?” başlıklı 17 Şubat 2008 tarihinden itibaren başlattığı dört bölümlük yazı dizisinde yer alan, kadının nasıl köleleştiril-diğine dair sunulan özetle ilgili olmayacağız. Yürüyüş’ün kadın sorununun çözümüne dair erkek egemen cinsiyetçi, eklektik, ertelemeci, kendiliğindenci fikirleri ve duruşu, dikkatlerinizin odağında olacaktır.
ilgili yazıda, Yürüyüş “Hangi sorun?” sorusunu şöyle yanıtlıyor; “Adı olmayan, küçük burjuvazi ‘aydın’ kadınların aşk özgürlüğünü, ‘tabuları yıkma’ faaliyetlerini erkek düşmanlığını mı tartışalım?
“Bizim sorunumuz, burjuva kadının ve burjuva kadına özenti içinde bulunan kimi küçük burjuva ‘aydın’ kadının ‘sorun’larını ve sosyete sayfalarına taşınan bunalımlarını tartışmak değildir.”
“Bizim konumuz özgürlük ve tabuları yıkma adına, cinsel sapıklıkları tartışanlar ınkinden farklıdır.”
“Konuya sınıf bakış açısıyla yaklaşıyoruz ve sorunu salt cinsel açıdan ele alarak, işçi kadınla burjuva kadının sorunlarını aynı kefeye koyup çözme iddiasında olanlarla ayrılıyoruz!” (Yürüyüş /17.02.2008)
Alt alta sıraladığımız bu satırlar, aslında Yürüyüş’ün kadın sorununa dair tavrının küçük bir özetini sunuyor. Doğrusu Yürüyüş’ün sorunla kaba bir ilişki kuran cümleleri, bu yazı kapsamında bizi pek ilgilendirmiyor. Ancak geçerken, Yürü-yüş’e bu coğrafyada feminist hareket dahil olmak üzere kadın hareketlerinin sorunları bu tarzda ilişkilendirmediğini hatırlatıp; kadın hareketlerinin gündemine bir göz atmasını öneriyoruz. Teorik, ideolojik mücadele gerçeklere dayanmalıdır.
Yürüyüş’ün soruna “sınıf bakış açısıyla” yaklaştığını söyledikten sonra kurduğu cümleye mim koymak gerekiyor. Zira Yürüyüş, kadın sorunu karşısında duruşunu tanımlarken; sorunu “salt cinsel açıdan ele alarak, işçi kadınla burjuva kadının sorunlarını aynı kefeye koyup çözme iddiasında olanlarla ayrılıyoruz” diyerek, tersinden cinsiyetçiliğe demir atıyor. Yani, kaba feminizme düşmemek adına erkek egemen cinsiyetçi bakış açısına savruluyor.
Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni eserinde;
“Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir” der. (syf. 70)
Bebel, Kadın ve Sosyalizm yapıtında;
“Kadın ve işçinin konumunda ne kadar çok benzerlik bulunsa da kadın, işçiden bir noktada ileridedir; Kadın, köleleşen ilk insani yaratıktır. Kadın, köle var olmadan önce köle olmuştur” der. (sayfa 46)
Görüldüğü gibi; Engels de, Bebel de sınıf çelişkisi var olmadan, ortaya çıkmadan önce, cins çelişkisinin ortaya çıktığına ve kadının köleleştirilmesinde cins çelişkisin rolüne işaret ediyorlardı. Ancak, Yürüyüş’ün Engels ve Bebel’in sorunu ortaya koyuşlarmdaki bu yanla pek ilgili olmadığını söylemeliyiz.
Buradan hareketle, Yürüyüş’ün kadın sorununa “sınıf bakış açısıyla yaklaşmaktan” ne anladığına biraz daha yakından bakmakta yarar var. Bu soru bakımından, Yürüyüş’ten aldığımız ilk üç paragraf bize bir şey söylemiyor. En fazlasından, “küçük burjuva kadınların konumundan onların kadın sorununu algılayışından bakmıyoruz soruna” demiş oluyorlar.
Dördüncü paragraf ise şunu söylüyor:
a) Sınıfsal açıdan kadın sorununa yaklaşıyoruz.
b) Sorunu salt cinsel açıdan ele almıyoruz
c) işçi kadınla burjuva kadının sorunlarını aynı kefeye koymuyoruz. Yürüyüş burada, kadının cinsel baskı altına almışına karşı mücadeleyi temel bir görev olarak önüne koymuyor. Sorunla ilişkilenişindeki erkek egemen cinsiyetçi yaklaşımı gizlemek amacıyla, soruna “salt cinsel açıdan yaklaşmıyoruz” diyerek “salt” kavramını bir zorlama, koruyucu, gizleyici bir şemsiye olarak kullanıyor. Dolayısıyla, bu satırlarda Yürüyüş, “kadın sorununa sınıfsal açıdan yaklaşıyoruz” diyerek, gerçekte “salt” kavramının yardımıyla kadın sorununu cinsel açıdan ele almadıklarını itiraf etmiş oluyor. Kadın sorunu; yani kadınlar üzerindeki çifte baskı ve sömürünün ona kadın cinsinin erkek egemenliğinden, ataerkil düzenden kurtulması sorununun cinsel açıdan ele alınmasının yanlış olduğu savunusunu da, soruna “sınıfsal açıdan yaklaşıyoruz” söyleminin gölgesine sığınarak yapıyor.
Kadın sorununu “cinsel açıdan ele almamak” yanlıştır, erkek egemen cinsiyetçi yaklaşımının ifadesidir. Çünkü sorun zaten cinseldir. Sorun, toplumsal cinsiyet ayrımmdadır. Toplumsal cins olarak erkeğin egemenliğinde, toplumsal cins olarak kadının boyunduruk altında tutulması, bastırılması, ezilmesi ve erkeğe tabi kılmmasmdadır. Peki; kadın sorununu “cinsel açıdan ele alırken, sınıf bakış açısı uygulanabilir mi? Elbette bu yapılabilir. Ve doğru olan da budur. Kısaca özetleyecek olursak, sorunun özü şudur:
Sermaye egemenliği düzeni; kadını köleleştiren ataerkil toplumsal düzenle, erkek egemenliğiyle ilişkilenişini/eklemlenişini, onu dönüştürüp koruyarak, egemenliğinin temel dayanaklarından biri haline getirmiştir.
ikinci ana unsur, kadın cinsi farklı sınıflardan, toplumsal kesimlerden kadınlardan oluşuyor. Cinsel baskı genel olarak kadın cinsini hedefler. Ve her sınıftan, katmadan kadınlar cinsel baskıyı, yaşadıkları koşullar içerisinde özgün bir biçimde yaşarlar. Dolayısıyla burada ‘sınıfsal yaklaşım’ demek, soruna işçi, emekçi kadının konumundan, bulunduğu noktadan bakmak demektir…
Buradan hareketle, işçi, emekçi kadın, hem erkek cinsi tarafından köleleştiril-diği hem de “işçi” olduğu için… Yani, sermaye egemenliği hem kendisinin yarattığı artı değeri sömürdüğü hem de ataerkil düzeni erkek egemenliğini kendisine bağlayıp, yaşattığı, yeniden ürettiği için… Ve ikinci hat olarak da dolayısız bir biçimde erkek egemen ideolojik-kültürel değerlere, erkek egemen zihniyete, ataerkil toplumsal düzene karşı mücadele etmek zorundadır.
Yürüyüş’ün dediği sınıf bakışı, en iyi ihtimalle; işçi sınıfı içinde erkek işçinin kadın işçiler üzerindeki hegemonyası, kadın işçilerin cinsel baskıya karşı mücadeleyi ertelemesi, ihmal etmesidir. Kadın işçilerin erkek işçilerle eşit olma isteminden vazgeçmeleri vb. demektir. Ki bunun adı da, kadın kurtuluş mücadelesinin geleceğe ertelenmesidir. Ve Yürüyüş’ün bütün bu bakış açısı, işçi sınıfının çıkarları adına inşa edilmiştir.
Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak; kadın sorununda politik öznenin kendisini “salt cins çelişkisi”yle sınırlandırması ne kadar sınıf perspektifinden uzaklaşmak, feminen cinsiyetçilik ve çözümsüzlük ise Yürüyüş’ün de “cins çelişkisini yadsıması, o kadar indirgemeci, sınıf perspektifinden uzaklaşması erkek egemen cinsiyetçi ve çözümsüzlük demektir. Demek ki, Yürüyüş’ün “Konuya sınıf bakış açısıyla yaklaşıyoruz” demesiyle iş bitmiyormuş!
Erkeğin kadını baskı altında alması ile özel mülkiyetin kadının köleleştirilmesin-deki rolünü birbirinin yerine ikame etmeme başarısını göstermek gerekir. Ancak, Yürüyüş’ün sorunu da tam olarak bu noktada başlıyor. Feminizmle arasına bir çizgi çektiğini söyleyen Yürüyüş, sorunun tarihsel gelişimini ortaya koyarken, kadının cins olarak erkek tarafından baskı altına alınmış olduğu gerçeğini kabul ediyor. Fakat bugüne gelindiğinde soruna “salt cinsel açıdan” yaklaşılmasını eleştirirken; kadının özgürleşmesinde cins çelişkisinden hareketle, erkek egemenliğine karşı mücadele görevlerini önüne koymaktan özel olarak kaçındığı görülüyor. Kaldı ki kimse Yürüyüş’e “salt cinsel açıdan” mücadeleyi önüne koymasını önermediği gibi buradan da bir eleştiri yöneltmiyor. Burada sorun, Yürüyüş’ün cins çelişkisinden hareketle erkek egemenliğine karşı ideolojik, kültürel ve pratik bir mücadelenin geliştirilmesi sorunu ve görevleri ile “salt” kavramının büyük (!) desteğiyle arasına bayağı bir mesafe koymayı tercih etmesidir. Erkek egemen cinsiyetçi bakış açısını “sorunla sınıfsal bakış açısıyla” ilişkilenmek olarak sunmasıdır.
Yürüyüş, soruna sınıfsal perspektifle bakmak adına inşa ettiği çizgiyi şu sorularla tahkim etmeye çalışıyor:
“Siyasal ve toplumsal her alanda erkek egemenliğinin olduğu tartışmasızdır. Yüzyıllardır yaşadığımız toplumda kadının ikincil cins olarak görüldüğü de bir gerçek. Peki bunun nedeni nedir} Erkekler ‘kötü’ olduğu için mi? Bu durum, erkeklerin bencilliğinden ya da başka yanlış düşüncelerinden mi kaynaklanıyor” (17.02.2008/ Yürüyüş)
Soruların böyle sorulmasını “masum” kabul edebilir miyiz? Örneğin, sorular neden şöyle sorulmamıştır;
Toplumsal bir cins ve onun üyeleri bireyler olarak, erkeklerin kadınları bir cins olarak baskı altında tutması ve köleleştirmesinde hiç mi suçları, sorumlulukları yoktur? Sorumlu yalnızca ve sadece sermeye egemenliği düzeni mi? Kadının ikinci cins olması durumunun ataerkil toplumsal düzenin sürgit devam etmesinde, sermaye egemenliği düzeni ile erkek cinsi arasında sıkı ve sağlam bir işbirliği ve çıkar birliği yok mu?
Sorular, erkeği ya da sermaye egemenliğini aklayacak şekilde değil, her birinin sorumluluğunu açığa çıkartıcı şekilde formüle edilmelidir. Ancak, Yürüyüş sorularını, tek sorumluyu düzen olarak gösterip, erkek cinsinin suç ve sorumluluğunu gizleyici, aklayıcı tarzda formüle etmiştir. Bu soruların, erkek egemen cinsiyetçi çizgiyi kuvvetlendirmek amacıyla formüle edildiğini ayrıca vurgulamak gerekmiyor. Yürüyüş’ün, “siyasal ve toplumsal her alanda erkek egemenliğinin olduğu tartışmasızdır” demesine ve keza kadının tarihsel yenilgisinde özel mülkiyetin rolünü özetle ortaya koymasına rağmen; bir cins olarak erkeğin rolüne ve erkek egemenliğine karşı mücadeleye dair herhangi bir şey söylememesi, onun erkek egemen cinsiyetçi eklektik çizgisinden kaynaklanmaktadır. Bu minvalde sözü daha fazla uzatmadan, kadın sorununun tanımlanmasmdaki iki temel çelişkiye işaret eden Bebel’e sözü bırakalım:
“Kadın cinsi, kitlesi çifte baskı altında eziliyor: Birincisi, erkek dünyasına sosyal ve toplumsal bağımlılık altında -gerçi bu yasalar önünde ve haklar açısından biçimsel eşitlikle hafifletiliyor, ama ortadan kaldırılmıyor- ve ikincisi genelde kadınların özelde de proleter kadınların- proleter erkek dünyası gibi- içinde bulunduğu ekonomik bağımlılık altında” (Kadın ve Sosyalizm sayfa 40)
Tarihle doğru ilişkilenmek; Marx’ı ve Lenin’i arılama başarısı gösterebilmek…
Yürüyüş. “Neden tarih?” sorusuna yanıt ararken, Marx’m Kugelmann’a yazdığı bir mektuba başvuruyor:
“Tarih hakkında bir şeyler bilen birisi, kadın mayası olmadan büyük toplumsal değişikliklerin gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu bilir. Toplumsal ilerlemenin tam ölçüsünü veren, kadın cinsinin toplumsal konumudur.” Ve devamla, Yürüyüş “Neden Tarih?” sorusuna kendi yanıtını veriyor;
“Biz tarihi bugüne getiriyoruz ki, herkes o tarihin içinde kadın mayası olmadan büyük toplumsal değişikliklerin gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu açıkça görsün.
“Tarihi ve bugünkü somut durumu önünüze getiriyoruz ki, herkes kadın cinsini toplumsal konumuna bakarak kapitalizmin burjuva demokrasisinin hiç de sanıldığı kadar “ilerici” ve “mükemmel” olmadığını görsün.
“Görsün ve kadınlar açısından ileriyi, mükemmeli yaratmanın kendi işi olduğunu anlasın” (24 Şubat 2008/ Yürüyüş)
ilk anda yazılanlar, akla yatkın ve doğru gibi görünüyor, iyi ama nedir “kadın mayası?” Bundan kim ne anlıyor? ‘Kadın mayası’ kadınların tarihsel harekete katılmaları mıdır? Veya yalnızca katılmalarından mı ibarettir? Örneğin; büyük Fransız Devrimi’nde veya Paris Komünü’nde ya da Şubat ve Ekim Devrimlerinde nasıl olmuştur?… ‘Kadın mayası’nın kadın mayası olabilmesi için erkek egemenliğini gerileten, sınırlandıran, yıkan, kadın cinsinin özgürleşme istemini yansıtan eğilimleri, talepleri de içeriyor olması gerekmez mi? Günümüzde, erkek egemenliğine karşı mücadeleyi devrimci hazırlık ve mücadelenin genel ve temel konularından birisi olarak kabul etmeyen yaklaşımlar, bu mayayı oluşturabilirler mi? Ayrıca Yürüyüş’ün yanıtmdaki cümleye biraz daha yakından bakmak gerekiyor? Tarihle, kadının kökleştirilmesi ve özgürleşmesinin tarihiyle kurulacak ilişki de, politik parti ve örgütlerin kendilerine dair çıkaracakları sonuçlar, işin temelini oluşturur. Ve buradan hareketle, her politik özne gibi, Yürüyüş de kendine bazı sorular yöneltmeli, oraya buraya bükmeden de yüksek sesle yanıtlamalıdır.
Örneğin; “… Kadınlar için ileriyi mükemmeli yaratmak” adına bugüne kadar özel olarak kadın cinsinin köleleştirilmiş olmasına ve erkek egemenliğine karşı mücadele bağlamında ne yaptım? Şu an ne yapıyorum? Geleceğe dair kadının özgürleşmesinde bugün önüme hangi görevleri koyuyorum? Kadın kurtuluş mücadelesinde şu an hangi noktadayım? Bütün bu konularda söz ile eylemim arasında nasıl bir uyum var? Proleter ve emekçi kadınlar arasında politik faaliyetin özel biçim(ler) de örgütlenmesinde neredeyim? Sorunu, güncel-politik bir görev olarak kavrayıp pratikte buna uygun bir duruş sergiliyor muyum? Sorunun çözümü doğrultusunda politika ve pratiğimle bugünle somut olarak nasıl bir ilişki kuruyorum? Bin yılların kadın psikolojisinde yarattığı özel sorunlara, psikolojiye dair çözüm önerileri geliştiriyor muyum?
“Kadınlar katılmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadınlar kurtulmaz” şiarını tekrar etmenin ötesinde pratikte nasıl ilişkileniyorum? Kadın sorununun devrimle, sosyalizmle çözüleceğini (ki devrim ve sosyalizm çözümün önünü açar, koşullarını sağlar) tekrar etmenin dışında pratikte neler yapıyorum?
Bin yıllardır süregelen erkek egemenliğine karşı mücadele ile sermaye egemenliğine karşı mücadeleyi birlikte yürütme perspektifim var mı; varsa bunun pratikteki ifadesi nedir? Proleter ve emekçi kadınların saflarında erkek üye ve militanlarla eşit koşullarda mücadele etmesini sağlamak için özel tedbirler alıp, bunun araçlarını yaratıyor muyum? Pozitif ayrımcılık, kota gibi kadınların siyasal örgütlerde önünü açıcı tedbirler alıyor muyum, bu tür tedbirlerle ilgili olarak ne düşünüyorum? Kadınlar, yönetici organlar dahil bütün parti örgütlerinde, platformlarda, hangi düzeyde temsil ediliyorlar, bunun erkeklere oranı nedir? Neden kadın sorunu ve özgürleşmesini 8 Mart’tan 8 Mart’a hatırlıyorum? …
Bu minvalde çoğaltılabilecek sorulara verilecek yanıtlar ya da bu sorular karşısında Yürüyüş’ün ideolojik, politik pratik tutumu, onun tarihle kurduğu ilişkide olduğu gibi Marx’ı anlamada da sorumlu olduğu bazı genel doğruları tekrar edip, pratikte başka bir duruş sergilediği rahatlıkla görülebilir.
Her ne kadar ezilenler tarihinde, kadınların durumu, mücadeleye katkıları, hak ettikleri düzeyde yer almamış olsa da; özgürlük mücadelelerine katılan, büyük beklentilerle bütün bu savaşımlarda yer alan kadınların tarihi, bugünün kuşakları bakımından sayısız deneyim ve derslerle doludur.
O tarihte şunlar vardır:
Kadın sorunu ve kadınların tarihleri hakkında bilgi sahibi olmanın neden gerekli olduğu… Bugünün ve tarihin “yorumlanması”, “açıklanması”, toplumsal ekonomik düzen içinde kadın cinsini, özel olarak da sömürülen, ezilen sınıftan kadınların yerini, durumunu açıklamamız, aydınlatmamız gerektiği…
Ezilen cins olarak kadının, sermaye egemenliği düzenindeki nesnel ekonomik ve toplumsal durumun bilinciyle donanıp aydınlanması, düşünsel ve pratik olarak değişmesi, değiştirmesi, devrimcileşmesi gerektiği…
Kapitalizmin ortadan kalkmasıyla ataerkilliğin, erkek egemenliğinin ortadan kalkmayacağını, bu nedenle bugünden başlayarak erkek egemenliğine karşı mücadelenin özel olarak örgütlenmesi gerektiği…
Erkek egemen sistemin yarattığı ve bütün topluma dikte ettiği düşünce ve davranışlarda erkek egemen değerlerden kopuşun, aydınlanmadan ve aydınlatmadan geçtiği…
Proleter, emekçi, ev emekçisi ve genç kadınların erkek egemenliğine karşı bilinçli, iradi ve baş eğmez bir savaşım yürütebilmeleri, kendi cinsinin özgürlüğü için kadın aydınlanmasının cins bilinci oluşturmanın bir zorunluluk olduğu…
Sermaye egemenliğine kaşı yürütülen mücadelenin, erkek egemenliğine kaşı yürütülmesi gereken savaşımla birleştirilmesi gerektiği…
Proleter, emekçi, ev emekçisi ve genç kadınların, kadın cinsinin kurtuluşu için özel olarak örgütlenmesi gerektiği, kadınların kurtuluşunun kendi eseri olacağı…
Erkek egemenliğine ve onun bin yıllardır yarattığı, kadını baskı altına alarak köleleştiren yazılı yazısız bütün değerlere ve kurumlara karşı; bugünden yarma, geleceğe, ta ki ulusal sınıfsal ve cinsel sorunların/çelişkilerin çözüleceği toplumsal düzeni kuruncaya dek; mücadelenin örgütlenmesi, yürütülmesi gerektiği…
Biz, tarihle kurulacak, kurulması gereken ilişkiyi böyle anlıyoruz; böyle anlaşılması gerektiğine inanıyoruz. Tarihle doğru bir ilişki kurduğumuz oranda ondan öğrenmeyi, bugüne ve geleceğe dair anlamlı sonuçlar çıkarmayı, tarih bilinci oluşturmayı ve kendi tarihimizin bilinçli yapıcıları olmayı, özneleşmeyi başarabiliriz. Dolayısıyla, Yürüyüş’ün tarihe gönderme yapıp; Marx’m ‘kadın mayası’ olmadan büyük toplumsal değişiklikler gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu hangi düzeyde içselleştirip bilince çıkardığını, onun 8 Mart’tan 8 Mart’a pratiğine bakarak değerlendirebiliriz. O pratikte ise; bize, kamuoyuna görünen gerçek şudur: Erkek egemen, cinsiyetçi, eklektik, kendiliğindenci, ertelemeci çizgi ve onun yön verdiği pratik… Bu durumda, Yürüyüş’e Marx’tan iki pasaj hatırlatmak isabetli olacaktır:
* * *
“Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, sorun onu değiştirmektir.” (Alman ideolojisi, sf. 24)
“Olduğu yerde donup kalmış koşulları, kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız.” (Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş’ten aktaran Diyalektiğin Dansı, Bertell Ollman)
* * *
Bugün, devrimci-komünist hareketin, kadın sorunu ve özgürleşmesinde 20. yüzyılın başlarında sosyalistlerin ortaya koyduğu fikirleri tek başına tekrarlamanın, kadın kurtuluş mücadelesinin büyütülmesi ve başarıya ulaştırılması bakımından pek anlamlı olmadığını belirtmeliyiz. Zira, ütopik sosyalistlerden başlayarak, Marx ve Engels’ten, Bebel’den, Lenin’den, Clara’dan… Ekim Devrimi’nden… Ulusal kurtuluş mücadelelerinden bilinir ki, kadın özgürleşirse, yabancılaşmanın, sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin olmadığı “yepyeni bir toplum” elde edilir. Kadın cinsinin kurtuluşu, aslında insanlığın kurtuluşundan başka bir şey değildir. Bu nedenle işçi, emekçi, ev emekçisi ve genç kadınların devrim saflarına kazanılması, örgütlenmesi, komünist kadın hareketinin stratejik yönelimi ve temel bir politikasıdır.
Bugün, modern anlamda kapitalizmle birlikte ortaya çıkan kadın sorununun çözümüne dair ortaya konulan doğruları, tekrar etmek yetmez. Onun gereklerini, öngördüklerini pratikte yerine getirme iradesine sahip olmak gerekir. Buradan baktığımızda, Ekim Devrimi’nin deneyleri, Lenin’in fikirleri ve öngördüğü pratik mücadeleyi anlamak, bilince çıkarmak ve harekete geçmek, kadın kurtuluş mücadelesinde ilkesel bir sorundur. Ancak, bugün, kadın sorunu ve özgürleşmesiyle kurulan ilişkiye rengini veren, erkek egemen cinsiyetçi bakış açısının belirlediği kendiliğindenci, ertelemeci çizgi temel bir zaaf olmaya devam ediyor. Dolayısıyla, Lenin’i ve Ekim’i bütünlüklü anlamak konusunda da devrimci hareketin bileşenlerinin büyük bir kesimi sınıfta kalmıştır. Bu durum, onların Lenin’i, Ekim’in kazarı im I arın ı belli yanlarıyla tekrar etmelerine neden olmuştur. Yine bu durum, Lenin’i ve Ekim’i bütünlüklü kavramalarını, anlamalarını önlemekle kalmamış; günün görevlerine yaklaşımlarını da sınırlamış, sakat bırakmıştır. Bu sınırlandırma, Yürüyüş sayfalarında Lenin’in kadın sorununun çözümüne dair, “Nihai çözüm” ve bu kapsamdaki fikirleri ile Ekim Devrimi’nin yalnızca kazarı im I arın m anlatılması biçiminde açığa vuruyor. Oysa, Lenin’in fikirlerinde atlanmaması gereken noktalardan biri, kadınların devrime ve sosyalist inşaya katılması için KP’le-rin özel biçim ve araçlarla proleter ve emekçi kadınlar içerisinde parti faaliyetini örgütlemeleridir. Diğeri ise; kadını köleleştiren bütün gerici değer yargılarına, ekonomik ve toplumsal koşullara karşı mücadelenin örgütlenmesidir, yürütülmesidir. Lenin’in bütün fikirlerinde, tartışmalarında ve pratiğinde yaşayan bu yanı/özelliği görmezden gelen Yürüyüş; O’nun bu doğrultuda yürüttüğü mücadeleden de maalesef doğru sonuçlar çıkaramamıştır. Lenin’i anlamada da eklektizme düşmüştür.
Lenin’in fikirlerinde ve ideolojik mücadelesinin odağında, proleter ve emekçi kadınların parti ve devrim saflarına kazanılarak örgütlenmesi… Bunun için kadınlar arasında parti faaliyetinin özel biçim ve araçlarla örgütlenmesi gerektiği her zaman temel bir nokta olmuştur. Lenin’i ve komünist kadın hareketini bu noktada duyarlı kılan temel anlayışı, Clara Zetkin Enternasyonal’in 4. Kongresi’nde yaptığı konuşmada şöyle ifade etmiştir.
“… Geniş kadın kitlelerinin, bugün de özel toplumsal koşullarda yaşadıkları ve çalıştıkları şeklindeki tarihsel gerçeği geçiştiremeyiz. Kadın cinsiyetinin toplumdaki özel konumunun özel bir kadın psikolojisi yarattığı tarihi gerçeğini de geçiştiremeyiz. Doğa tarafından cinsiyet olarak verilen, toplumsal kurumlar ve koşullar tarafından yaratılan, birbirine bağlanmaktadır. Nasıl ki, somut yaşam koşullarından dolayı küçük köylü kitlelerinin özel psikolojisini hesaba katmak zorundaysak, aynı şekilde en geniş kadın kitlelerinin psikolojisini de hesaba katmak zorundayız…” (Kadın Sorunu Üzerine, sf. 143, 144, abç)
Lenin ve komünist kadın hareketinin o gün altını çizdiği ve Komünist Entemas-yonal’in, kadınlar arasında komünist çalışmanın, kadınların özel koşullarının, psikolojisinin dikkate alınması, bunun için, komisyonlar, seksiyonlar biçiminde örgütlenmesi gerektiği karar ve talimatı; komünist partilerin bir çoğunda erkek egemen cinsiyetçi çizginin kalın duvarlarına çarpmıştır. Bu konudaki itirazların temel gerekçesini de, feminizme kayma korkusu, kaygısı oluşturmuştur. Ancak bu itirazlar, yaklaşımlar ve ayak diremeler karşısında komünist kadın hareketinin olduğu gibi, Lenin’in tutumu da çok açık, net ve berrak olmuştur. Kadın ve Aile eserinde Lenin’e ait şu satırlar, O’nun bu konudaki yaklaşımını özetlemektedir:
“…Uyanan insanları eğitmek, komünist partinin önderliğinde proleter sınıf savaşımları için kazanmak ve donatmak zorundayız. Bununla ilgili olarak, ister fabrikada ister aile ocağında bulunsunlar, yalnız proleter kadınları düşünmüyorum. Küçük köylerin kadınları, çeşitli katmanlardan küçük burjuva kadınlar da bunun içinde. Bunların da hepsi kapitalizmin kurbanı; savaştan bu yana eskisinden daha çok kurbanı kapitalizmin. Siyasal ve toplumsal yaşamdan uzak bu kadın yığınların kapalı ruh hali, yalıtılmış etkinlik alanı, tüm yaşamlarının gerçek biçimidir. Bunları hesaba katmamak akılsızlık, kesinlikle akılsızlık olur. Onlar arasında çalışmak için kendi organlarımıza, özel uyarma ve örgütlenme biçimlerine gereksinim vardır. Bu, feminizm değildir, pratik, devrimci amaca uygunluktur.” {s. 257, abç)
Yürüyüş’ün, Lenin’le, O’nun fikirleriyle kurduğu ilişki tipik seçmecilik olunca; “Kılavuz ilkeler, gerçek kadın özgürleşmesinin ancak komünizmle olabileceğini kesinlikle dile getirmelidir. Kadının toplumsal ve insani konumu ile üretim araçlarından özel mülkiyet arasındaki çözülmez bağlılık kuvvetle belirtilmelidir. Bununla, kadın hakçılığı oyununa karşı kalın, silinmez ayrım çizgisi çekilir. (…) Komünist kadın hareketinin kendisi (…) her türlü sömürülenlerin ve ezilenlerin (…) genel yığın hareketinin bir parçası olmalıdır. (…) Kadınlar olmadan hiçbir yığın hareketi olamaz.” (Kadın ve Aile/Lenin, sf. 261’den aktaran Yürüyüş/28.03.2008) pasajını alıp, birkaç sayfa önündeki satırları görmemiş olması elbette mümkün değil. Ayrıca, Yürüyüş’ün Lenin’den aktardığı, bu pasajdan doğru sonuçlar çıkarmadığını; yanlış fikirlerine dayanak oluşturmaya çalıştığını da söylemeliyiz.
Önce Yürüyüş şunları söylüyor:
“Şu da bilinmeli ki ‘kadının kurtuluşu sosyalizmdedir’ demek, mevcut sistem içinde var olan veya kazanılabilecek hakların yadsınması, önemsiz görülmesi anlamına gelmez. Bugün, gericiliğin, feodal yapıların karşı çıkışına, faşizme ve burjuvaziye rağmen çeşitli alanlarda kadın haklarından belli kazanımlar elde edilebilmişse, bu, mücadelenin sonucunda oldu.” (Yürüyüş 28.03.2008)
Bu genel bakış, hemen ardından gelen şu cümleler dikkat çekiyor:
“Dolayısıyla bu mücadeleyi devam ettirmeli kadınlarımız.” * (agy, abç)
Paylaştığımız cümleden de görülebileceği gibi Yürüyüş; “Kısmi talepler” için mücadeleyi kendi deyimiyle “kadınlarımıza” havale ediyor. Kadınların, demokratik talepleri için yürütülmesi gereken mücadeleden kendisine herhangi bir pay, sorumluluk çıkarmıyor. Dolayısıyla, şu soruları yanıtlamak Yürüyüş’e kalıyor:
“Kısmi talepler”, kadınların eşit hakları için mücadelede önemsiz midir?
“Kısmi talepler”, kadınların eşit hakları için mücadele ile kadınların “özgürleşmesi” ve gelecekteki “kurtuluşu” karşı karşıya getirebilir mi? Mesele nedir?
Yürüyüş’ten paylaştığımız paragrafın son cümlesi de, onun sorunlarla ilişkile-nişindeki tipik tavrını özetliyor. Ve son tahlilde havalecilik galip geliyor.
“Ama, eğer meselemiz kısmi bazı haklar meselesi değil de, bir bütün olarak kadının özgürleşmesi ve kurtuluşu ise feminizm veya benzer hiçbir akımın kadınlara bunu vermeyeceğini bilmeliyiz.” (agy)
Burada aslolan; bugünden başlayarak, kadının kurtuluşu ve özgürleşmesi perspektifi ile hem kadınların eşit hakları için hem de toplumsal/fiili eşitlik için mücadeleyi geliştirmektir. Sorunun, Yürüyüş’ün yaptığı gibi konulması ve ele alınması; tamamen erkek egemenliğine karşı mücadelenin, devrimci savaşımın genel ve sürekli bir sorunu olduğu gerçeğini, reddetmek üzere kurgulanmıştır.
Yürüyüş’ten paylaştığımız satırların hayattaki karşılığı ise: Yürüyüş’ün bu coğrafyada, bugüne kadar proleter, emekçi, ev emekçisi ve genç kadınların demokratik talepleri doğrultusunda yürütülen mücadelelerin tümünün dışında kalmış olmasıdır. Kendisini, 8 Mart’tan 8 Mart’a pratiğiyle smırlandırmasıdır. Dolayısıyla, Yürüyüş’ün Lenin’den yaptığı alıntılar, onun erkek egemen cinsiyetçi, eklektik, kendiliğindenci, ertelemeci çizgisine payanda olamamış; yalnızca bir dolgu maddesi olarak kalmıştır.
Erkek Egemen Ertelemeci Çizgide Son Nokta!..
Yazı dizisinin son bölümünde Yürüyüş, kadın kurtuluşuna giden yolda çözüm perspektiflerini üç noktada özetlemiş:
(*) Kadın kavramı yerine “kadınlarımız” kavramının kullanılmasının kadını nesneleştirdiğini düşünüyoruz, ister kendi yazınımızda, isterse de başka yayınlarda kadın kavramının yerine “kadınlarımız” kavramının ikame edilmesinin erkek egemen dilin ve değerlerin bir yansıması olarak görülüp mahkum edilmesi gerektiğine inanıyoruz.
“Kadınların kurtuluşuna giden yolda birinci dönemeç, kadınların bugünden direniş ve savaşın bir parçası olmasıdır.
“İkinci dönemeç, devrimimiz olacaktır. Devrimci halk iktidarı, en başta, kadın erkek eşitsizliğini sürdüren, pekiştiren yasal ve toplumsal zemini yok edecektir. Halkın gücü ve devrimin iradesiyle binlerce yılın kökleşmiş, kemikleşmiş eşitsizlik sistem in i yıkacaktır.
“Üçüncü dönemeç noktası; bunun devamı olarak sosyalizmin inşasıdır. İşte bu, kadının tam kurtuluş yolunun artık açılması demektir.” (Yürüyüş 9 Mart 2008)
Yukarıda, Yürüyüş’ten aldığımız ve yazımızın başından itibaren ortaya koyduğumuz şudur:
a) Yürüyüş, kadın özgürleşmesini kadınların devrimci eyleme katılmalarıyla eş görüyor.
b) Kadın özgürleşmesi için bugün erkek egemenliğine karşı mücadeleyi genel ve temel bir sorun olarak görmüyor. Sermaye egemenliğine karşı yürütülen mücadeleyi, aynı zamanda erkek egemenliğine karşı mücadele yürütmek olarak tanımlıyor. Araya kaba bir eşit işareti koyarak; objektif olarak tarihsel gelişmeyi çarpıtan Yürüyüş, bu yaklaşımını şöyle teorize ediyor.
“Erkek egemenliğine karşı mücadeleyi ‘genel ve temel bir sorun kabul etmek’ feminizmin yaklaşımından başka bir şey değildir…
“Erkek egemen sisteme karşı mücadeleyi bir yana koyup, mücadeleyi ‘erkek egemenliğine’ karşı mücadele olarak tanımlamak, mücadeleyi zayıflatır, zayıflatmanın ötesinde yolundan çıkarır…” (Yürüyüş /26.04.2009)
Tarihsel gelişmeleri çarpıtarak kendi eklektik çizginize uyarlamaya çalıştığınızda, tutarsızlıklar yakanızı bırakmaz. Burada sorun, ne yalnız başına erkek egemenliğine karşı mücadelenin örgütlenmesidir, ne de yalnız başına sermaye düzenine karşı savaşımdır. Bütün mesele; kadının, bin yılların köleliğinden, çifte baskı ve sömürüden kurtulmasıdır. Tarihsel olarak bin yıllardır kadını baskı altına alarak onu köleleştirdi erkek egemenliğine ve ezilen sınıfın bir mensubu olarak yüzyıllardır hükmünü sürdüren sermaye egemenliğine karşı mücadelenin birleştirilmesidir, örgütlenmesidir. Yürüyüş’e yönelttiğimiz eleştiri de tam olarak bugün; sermaye egemenliğine karşı mücadeleyi öngörüp, erkek egemenliğine karşı mücadeleyi genel ve temel bir sorun olarak görmemesidir. Erkek egemenliğine karşı mücadeleyi; “Feminist bir sapma”, “mücadeleyi zayıflatan”, “zayıflatmanın ötesinde yoldan çıkaran” bir yaklaşım olarak görüp, karşı çıkan erkek egemen cinsiyetçi yaklaşımlarıdır. Kadın sorununu 8 Mart’tan 8 Mart’a hatırlama-sıdır. Bugünden önüne koyması gereken mücadele görevlerini, geleceğe/devrime, sosyalizme havale etmesidir, ertelemesidir.
Hiç kuşkusuz, ayrıntıda kadın sorunu ve özgürleşmesi kapsamında Yürüyüş’ün erkek egemen cinsiyetçi, eklektik, kendiliğindenci, ertelemeci çizgisinde var olan o çizgiye hayat veren örnekler çoğaltılabilir. Bu kapsamda bir noktaya daha dikkat çekerek yazımızı bitirelim…
26 Nisan 2009 tarihli sayısında: “Feminizmle, Marksizm-Leninizm Arasındaki Sınırlar Kalındır! “(*) başlıklı yazıda, Yürüyüş’ün erkek egemenliğine karşı özel olarak mücadele ettiğinin kanıtı olarak şunlar söyleniyor:
“…Bu hareketin tarihinde Sabolar var. Türkiye solunda olmayan bir örnektir onlar. Bu tarihte, kadınları ‘daha çok yardımcı işlerde görevlendirmek’ gibi solda da süren erkek egemen bakış açısını paramparça eden, bu konudaki statükoları yıkıp atan kadın komutanlar, yöneticiler, 17yaşındaki kadın kahramanlar var. Bu tarihte, dünyanın ilk kadın ölüm orucu şehidi İdiller vardır. Bu tarihte ölüm orucu şehidi analar, Gülsümanlar, Şenaylar vardır…”
Öncelikle, Yürüyüş’ün erkek egemenliğine karşı mücadele yürüttüğünü kadın şehitler üzerinden ispatlamaya çalışmasının bir talihsizlik olduğunu belirtmeliyiz. Zira, Yürüyüş’ün deyimiyle “…oligarşiye karşı mücadele edilmeden kadının kurtuluşu için mücadele edilmez…” anlayışı, onun pratiğine yön veriyor. Yürüyüş’e göre: “…Sosyalistler 20. yüzyıl boyunca erkek egemenliğine karşı mücadele genel ve temel bir sorundur demediler. Sosyalistler, 21. yüzyılda da bunu demeyecekler” ise, o halde kadın şehitler üzerinden yaptığınız bu savunu neden? Bu coğrafyada hiçbir devrimci örgüt, Sabolar, idiller, Sibeller, Gülsümanlar, Şenaylar, onların adanmışlıkları, devrimci inançları uğruna yaşamlarını ortaya koymaları üzerinden bir tartışma yapmaz. Yapmayacağından da eminiz. Kaldı ki, burada sorun, devrimci saflarda kadın militanların yer alıp sermaye egemenliğine karşı mücadele etmesi değildir. Sermaye egemenliğine karşı savaşımın, erkek egemenliğine karşı mücadeleyle birleştirilmesidir. Tıpkı sermaye egemenliğine karşı yürütülen mücadele gibi, erkek egemenliğine karşı mücadelenin de fiilen, özel olarak örgütlenmesidir. Onun “Baştan söyleyelim: ‘Erkek egemenliğiyle mücadelenin tam ortasmdayız” demesi de Yürüyüş’ün erkek egemenliğine karşı mücadeledeki kayıtsız, karşı tutumunu değiştirmeye yetmiyor. Yani, Yürüyüş’ün iddia edip savunduğu gibi; “Oligarşiye karşı savaşmak”la aynı zamanda erkek egemenliğine karşı savaşılmış olmuyor. Dolayısıyla, kadınların devrimci saflarda yer alması, hatta bazı kadınların ileri görevler üstlenmesi, devrimci parti ve örgütlerde hakim olan erkek egemenliğinin ortadan kalktığını göstermez. Kadın şehitlerin sayısının fazlalığı da erkek egemen bir parti-örgüt olunmadığının ispatı sayılmaz.
Böylesine hassas bir konuda tartışmayı daha fazla derinleştirmek istemiyoruz. Bu nedenle de sözü Lenin’e bırakıyoruz:
“…Neden hiçbiryerde-hatta bizde, Sovyet Rusya’da bile- partide erkek kadar kadın yok? Sendikal olarak örgütlü kadın işçilerin sayısı neden bu kadar az? Bu olgular insanı düşündürüyor. Geniş kadın kitleleri arasındaki çalışmamız için vazgeçilmez olan özel organların reddedilmesi, Komünist İşçi Partisi’ndeki sevgili arkadaşlarımızın çok ilkeli, çok radikal görüşlerinin de uzantısıdır…” (Kadın Sorunu Üzerine, s. 320)
(*) Yürüyüş bu yazıda; 4 Nisan 2009 tarihli Atılım Gazetesi’nde yayınlanan, “Yürüyüş, erkek egemenliğiyle mücadelenin neresinde” başlıklı yazıya yanıt vermiş. Anlaşılacağı üzere, bu yazımızda genel olarak Yürüyüş’ün kadın sorunu ve özgürleşmesi kapsamında fikirleri üzerinde bir tartışma yürüttük. Yürüyüş’ün Atılım’a verdiği yanıtla ilgili olmadık. Zira yapılmak istenirse, bu farklı bir yazıya konu olabilir.