Latin Amerika’dan Türkiye’ye Gözaltında Kayıplar-3

Füsun Erdoğan

Türkiye’de Gözaltında Kaybetme Politikası
Türkiye’de zorla kaybetmeler 24 Nisan 1915 tarihinde 234 Ermeni kanaat önderinin kaybedilmesiyle başlar. Ve süreç 1925’de Mustafa Suphi, eşi Maria ve 15 yoldaşının Kemalistler tarafından Karadeniz’de katledilerek kaybedilmesiyle devam eder.

Çok partililiğe geçiş yıllarında ise Edebiyatçi-yazar Sabahattin Ali olmak üzere, muhaliflere yönelik zorla kaybetme politikası kimi tekil örnekler üzerinden yürütüldü. Bu devlet suçunun tezahürü 12 Eylül askeri darbesinden hemen önce başlayarak, 1990 yılına kadar ağırlıklı olarak sol ve sosyalist muhaliflere karşı sürdürüldü.

Hafıza Merkezi yaptığı saha araştırmasında Türkiye’de 1980 ile 1990 tarihleri arasında 22 kişinin kaybedildiğini doğruladı. Merkezin veri tabanında ilk kaybedilme 1 Temmuz 1980 tarihinde Ali Uygur olarak tarihe geçer onu, 13 Eylül 1980’de Cemil Kırbayır, 18 Eylül 1980’de Hüseyin Morsümbül, 21 Kasım 1980’de Hayrettin Eren ve 23 Aralık 1980’de Mahmut Kaya, 10 Nisan 1981’de Nurettin Yedigöl, Süleyman Cihan, Zeki Altunbaş, Mustafa Hayrullahoğlu, Maksut Tepeli, Nurettin Öztürk 12 Eylül işkencehanelerinde kaybedildiler. 10 Haziran 1981’de idam edilen Veysel Güney’in ise, cenazesi ailesine verilmeyerek, askeri faşist diktatörlüğün kolluk güçlerinde gizlice gömülerek kaybedildi.

Bu isimlerden sadece Ali Uygur’un bedeni bulunarak ailesine teslim edildi.
Diğerlerinin bedenlerinin nerede olduğu bilinmiyor, yani yakınlarının gidebilecekleri bir mezarları yok.

Türkiye’de toplam kaç kişinin zorla kaybedildiğine ilişkin kesin ve net bir veri yok. Ancak bu alanda çalışmış tüm kurumların listelerine göre, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden Eylül 2018’e kadar toplam kaybedilen kişi sayısı, kesin olmayan ve doğrulanması gerken rakam 1.352 olarak belirtilmektedir.

Kürdistan’da Kirli Savaş’ın Temel Aracı: Gözaltında Kayıplar


Bu rakam 1990’lı yıllar boyunca sömürgeci faşist Türk devletinin Kuzey Kürdistan’da yürüttüğü kirli savaşın bir parçası olarak kaybetme politikasının yanı sıra, çok yaygın bir şekilde uyguladığı faili mechil denilen devlet katliamlarını içermiyor.

Hafıza Merkezi’nin kaybedilenlere ilişkin yaptığı araştırma verilerine göre:
500 kişiden 28’inin 18 yaşın altında çocuklar olduğu ve bunlardan 482’sinin erkek 18’inin kadın olduğu yönünde. Tespit edilen 282 kişinin bedeni ise hala bulunmuş değil.

Hafıza Merkezi’nin verilerine göre, 1980 ile 1990 yılları arasında devlet 22 kişiyi kaybetmiş.
En çok kayıbın yaşandığı yıllar ise, 1993-1995 yılları. 1993’te 81, 1994’te 202, 1995’te 97 kişi sömürgeci faşist diktatörlüğün kolluk kuvvetlerince kaçırılarak kaybedilmiştir. 1993-1995 yıllarında Türkiye’de devletin yaygın bir biçimde kaybetme politikası izlemesi bir tesadüf değildir.

Tansu Çiller’in başbakanlık yaptığı bu dönemin Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş, İçişleri Bakanı da Mehmet Ağar’dır…Kürt Özgürlük Hareketi-PKK’ye karşı sömürgeci Türk ordusunun yürüttüğü kirli savaşın en karanlık yıllarıdır. Bu süreçte devlet “gayri nizami harp” stratejisini uyguladı. TSK’nın adına “düşük yoğunluklu savaş” dediği savaş konseptine uygun olarak ordu içinde yeniden yapılandırılmaya gidildi. Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı adını alarak Kürt halkına yönelik kirli savaş yöntemlerinin en temel uygulayıcısı oldu. Yine aynı süreçte devlet Kürdistan’daki korucu sayısını arttırdı.

1993 itibarıyla başbakan Tansu Çiller ve Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş ekibinin “Alan Hakimiyeti ve PKK Bölgede Barındırmama” konseptiyle devreye koyduğu “özel güvenlik stratejisi” hiç bir zaman başarılı olamadı. Ancak “özel güvenlik stratejisi”nin sivil halka yaşatılanlar bakımından sonuçları çok ağır oldu. Köyler yakıldı, yıkıldı; köy meydanına toplanan köylüler kadın-çocuk, yaşlı-genç demeden toplu işkencelerden geçirildi. Köyler ve diğer yerleşim birimleri zorla boşaltıldı.

Devletin adına faili meçhul cineyet dediği, gerçekte ise, faili devlet katliamları ve zorla kaybetmeler had safhaya ulaştı. Halkın Emek Partisi-HEP’in Amed İl Başkanı Vedat Aydın, 5 Temmuz 1991’de kendini polis olarak tanıtan kişilerce bir gece evinden alındı. 2 gün sonra Vedat Aydın’ın işkence edilerek katledilmiş bedeni, Elazığ’ın Maden ilçesi yakınlarında bir köprünün ayakları altında bulundu. Devlet işkenceyle katlettiği Vedat Aydın’ın bulunmasını sağlayarak, Kürt halkını gözdağı verip korkutup, sindirmeyi hedeflemişti. Ancak Vadat Aydın’ının cenaze törenine yüzbinlerin katılması, 12 Eylül sonrası en büyük kitlesel gösteri olması devlete bir başka yanıt oldu. Yüzbinlerce kişinin katıldığı cenaze törenine saldıran devlet oracıkta sekiz kişiyi katletti, onlarca kişiyi de yaraladı.

15 Ağustos 1984 yılında PKK’nin Siirt’in Eruh ve Hakkâri’nin Şemdinli ilçelerinde gerçekleştirdiği eylemlerle başlattığı gerilla mücadelesi, 1990’lı yılların başında Serhildanlarla başka bir aşamaya evrilmişti. Bunun içindir ki, gözaltında kayıpların ve faili devlet katliamlarının esas adresi Kuzey Kürdistan kentleri oldu.

Olağanüstü Hal uygulaması adı altında Kuzey Kürdistan’da baskı ve zulmün haddi hesabı tutulamadı. Türkiye’nin batı kentlerinde de faşist iktidarların yaygın olarak başvurduğu kaybetme politikasının hedefinde Türkiyeli devrimcilerin yanı sıra, daha çok devletin baskı ve zulmü nedeniyle batıya göç eden Kürt yurtseverler ve yine özgürlük hareketinin taraftar ve militanları oldu. Hafıta Merkezi’nin yaptığı araştırmalara göre; kanıtlanmış 500 kayıbın illere göre dağılımı şöyle:
Sömürgeci faşist diktatörlüğün kaybetme politikasını en yoğun uyguladığı Kürdistan kentlerinin başında 135 kayıpla Şırnak geliyor.

123 kayıpla Amed, 65 kayıpla Mardin, 45 kayıpla Hakkari, 1990’lı yıllarda daha çok Hizbullahın merkezlerinden biri olan ve satırlı Cuma günleri gerçekleşen katliamlarla bilinen Batman’da 26, 13 kayıpla Urfa, 11 kayıpla Dersim, 10 kayıpla Bitlis yer alıyor…
Batıda ise, devletin kaybetme politikasını uyguladığı kentlerin başında 26 kayıpla İstanbul geliyor. Ankara 7 ve değişik kentlerle birlikte 39 kayıp var.

Bütün bu süreçlerde kaçırılarak kaybedilenlerin aileleri karakollardan başlayarak, emniyet müdürlüklerine başvurmuş, “Bizde yok” yanıtını almaları üzerine Cumhuriyet Savcılıklarına dilekçe vererek yakınlarının akibetinin araştırılmasını istemiştir. Ancak, Cumhuriyet savcılıkları hiç bir etkin soruşturma yapmadıkları gibi; uzun yıllar soruşturmalar sürüncemede bırakılıp, en nihayetinde de takipsizlik kararıyla dosyalar kapatıldı.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınabilen davaların büyük çoğunluğunda AHİM, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettiğine karar verdi. Ancak AHİM kararları toplumda korkuyu yaymak ve örgütlemek isteyen faşist iktidarları durdurmaya yetmedi. 2000’li yıllarda gözaltında kaybetme politikasında devleti duraklatan tek şey ise, kayıp yakınlarının ve insan hakları savunucularının mücadelesi oldu. Faşist şef R.T.Erdoğan’ın Cumartesi anneleriyle görüşmesi ve Berfo anaya verdiği söz ise, tarihe ucuz, bayağı bir gösteri olarak kaydedildi.

2000’li yıllarda devletin kaybetme politikasına ara vermesi, artık bu yöntemi uygulamayacak biçiminde beklenti ve düşüncelere yol açsa da, devlet sıkıştıkça “beyaz toroslar” hatırlatarak buna geri dönebileceğinin mesajını vermiş oluyor.

Özellikle de HDP’li gençleri, yöneticileri, devrimci ve sosyalist örgüt taraftarlarını kaçırıp ajanlık dayatmaları kurmak istedikleri korku imparatorluğunu güçlendirme çabaları olarak görülmelidir.

Yine 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe girişimi sonrasında özellikle Ankara’da gözaltına alınan 11 kişinin kaybedilme iddiası ise, faşist Saray rejimi ve savcıları tarafından yanıtlanması ve hesap vermesi gereken bir olay olarak duruyur.

Leave a Comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir