KADIN ve SİYASET

Füsun Erdoğan

-ı-

Söyleyecek Sözümüz, Değiştirecek Gücümüz Var!

29 Mart yerel seçimleri yaklaştı… Dönemin özelli­ği nedeniyle, bütün kesimler gibi, kadınların da po­litikaya ilgisi artıyor. Bu durum, “Kadın ve Siyaset” sorununu düşünmek, incelemek ve tartışmak için iyi bir fırsat. Ancak, özel olarak seçimlerin toplum bakı­mından en önemli politik olay olmadığını vurgula-malıyız. Hatta politika denilince akla ilk gelen ger­çeklikte seçimler değildir. Çünkü politika, devlet yö­netimi politik partilerin etkinlikleri, sınıf mücadelesi, siyasi iktidar mücadelesi süreklidir. Seçimler ise; dört yılda bir yerel, beş yılda bir de genel seçimlerle sınır­lıdır. Bunun kadınlar bakımından anlamı da şudur:

Kadınlar devlet yönetiminde neredeyse hiç yoklar. Günümüzde bir dizi meslekte kadınlar eğitim hakları­nı kazanmış olsalar da; devlet yönetimiyle direkt ilgi­li meslekler (valilik, kaymakamlık, savcılık, hakimlik gibi) hala kadınlara kapalıdır ya da sınırlı, sembolik düzeydedir. Burjuva partilerde kadınlara ayrılan yer semboliktir. Seçim dönemlerinde vitrinlerinde kadın­lara yer verirler. Bütün propaganda ve ajitasyonları, kadın oylarını kendi partilerine akıtmak, iktidar mü­cadelesinde öne geçmek, yerini sağlamlaştırmak içindir. Bu ve ekleyeceğimiz gerçekler ışığında, kadın ve politikaya dair:Yüzyıllar ve binyıllar boyunca, kadınlar için politika ne anlama gelmiştir? Kadınların bastırılması ve köleleştirilmesiyle, politika arasındaki bağlantılar nelerdir? Günümüzde kadınlar politikanın neresindedir? Siyaset neden er­keklerin tekelindedir? Kadınlar neden yurttaş/insan sayılmamışlardır? Burju­va siyasette kadınların politikayla ilişkilenişi neden oy vermekle sınırlandırıl­mıştır? Neden burjuva siyaset, kadının kendi kimliğiyle politikada yer alma­sına müsaade etmez? Siyasal mücadelede kadınların özneleşmelerinin biçim ve araçları nelerdir? ilerici, yurtsever, devrimci ve komünist politik özneler­de kadınlar ne kadar özneleşebiliyorlar? Gibi çoğaltacağımız sorulara yanıt­lar arayacağız. Çünkü bütün bu konularda söyleyecek sözümüzün, değiştire­cek gücümüzün olduğuna inanıyoruz.

Dosya kapsamında, 2004 Yerel Seçimleri’nde farklı bir pratik sergileyen DTP’nin pozitif pratiği sonucunda açığa çıkan kadın belediye başkanlarının deneyimlerine de yer vereceğiz. Coğrafyamızda tek ve ilk il Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı bir batı beldesi Adana Kü-çükdikili Belediye Başkanı Leyla Güven ve Türk halkının onurlu evlatlarından Amed Bağlar Belediye Başkanı Yurdusev Özsökmenler ile yaptığımız röportaj­ları paylaşacağız.

Siyaset Nedir, Nasıl Ortaya Çıktı?

Siyaset nedir, sorusunu yanıtlamadan önce; siyasetin insanlık tarihinin hangi aşamasında, hangi koşulların ürünü olarak ortaya çıktığını yanıtlama­mız yerinde olur. insanı diğer canlılardan ayıran temel nokta; insanın top­lumsal bir varlık olmasıdır. Morgan, insanlık tarihinin gelişimine dair yaptı­ğı araştırmalarda, siyasal örgütlenmenin toplumun tarihsel gelişmesinin be­lirli bir aşamasında ortaya çıktığı sonucuna ulaşmıştır, insanlar arasında ku­rulan bağlara dair kuramında O, bu durumu şöyle ifade etmektedir:

“… ilk dönemlerdeki örgütlenme biçimleri siyasal değil, toplumsal olmuş; ülke toprağını (terriory) değil, kişiler arasındaki ilişkileri temel almıştır… ” (1)

Morgan’ı, örgütlenme biçiminin neden siyasal değil de, toplumsal oldu­ğu fikrine götüren gerçek ise şurada somutlaşmıştır:

“Toplumlar, önceleri aralarında evlenebilir kadın ve erkeklerden oluşan ‘sınıflar’* esasına ve cinsiyet temeline göre kurulmuştur. Daha sonraları evlenebilirlik kalıplarının ilerlemeci bir nitelikte kısıtlanması üzerine soylar (gens) meydana gelmiştir. Bundan sonraki biçimsel siyasal örgütlenmeye kadarki aşamalar ise şunlar olmuştur: ı) Kabile reisi ve kabile reisler kurulu; 2) Kabileler konfederasyonu; 3) Reisler ile halk topluluğu meclisine dayanan uluslar ve son olarak, O Birleşen kabilelerin askeri ihtiyaçlarının sonucunda üçüncü bir güç olarak ortaya çıkan, fakat bu ikisine bağımlı ‘genel askeri’ komutan…” (2)

Morgan’m işaret ettiği gibi, üretimin ulaştığı gelişme aşaması insanlığa başka bir örgütlenme biçimini dayatmıştır. Böylece, soy’lara dayanan kişisel bağlar işlevlerini yitirmiş, ilişkilerin ülke-toprağı (iktidar, egemenlik alanı) ve mülkiyet esasına göre kurulması bir zorunluluğa dönüşmüştür. Ana so­yundan insan soy geliminin yerini, ata soyundan inen soy gelimi almıştır. Ve insanlık tarihinin gelişiminin bu evresi uygarlık dönemi olarak adlandırılmış­tır, insanlığın toplumsal örgütlenmeden siyasal örgütlenme biçimine geçişi­ni bir zorunluluk haline getiren temel unsur ise mülkiyet olmuştur.

Üretim araçlarının gelişmesi, emeğin üretkenliğindeki artış bir ürün faz­lasını açığa çıkarmıştır. Zaten köle emeğini gerekli ve değerli yapan da eme­ğin üretkenliğindeki artıştır. Diğer yandan, ortaya çıkan fazla ürünlere kimin ya da kimlerin el koyacağı durumu da, giderek toplumsal ayrışmanın teme­lini oluşturmuştur. Böylece, insanlığın tarihsel gelişiminin uygarlık aşaması olarak tarif edilen evreye ulaşılmıştır. Tarihin bu aşamasında, insanların üre­tim araçlarıyla kurdukları ilişkiler, çıkar ortaklığına sahip bölünmelere yol açmıştır. Bu bölünmüşlüğün adı sınıflardır. Bu bölünmüşlük; aynı süreçte En-gels’in dediği gibi: Toplumun uzlaşmaz sınıflar biçiminde bölünmesi ve sü­rüp giden sınıf mücadelelerinin toplumu tüketmemesi için düzeni sağlaya­cak aygıt olarak devlet bir ihtiyaç, bir zorunluluk haline getirmiştir.

Devletin doğuşu hiç kuşkusuz tek bir yol izlemiştir. Engels, Yunanlılar, Ro­malılar ve Cermenler üzerine yapılan araştırmalara dayanarak; devletin do­ğuşunun tarihsel olarak üç biçimde gerçekleştiğini, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde açıklamıştır. Buradaki amacımız bakımın­dan, Engels’in sınıfların ve devletin ortaya çıkışma dair fikrini açıklayan pa­sajı paylaşmakla yetineceğiz:

“…Son olarak gentlice örgütlenme, içsel çelişkiler bulunmayan bir top­lumdan doğmuştu ve yalnızca bu nitelikteki bir topluma uygundu. Bu toplum, kamuoyu hariç, hiçbir zorlama aracına sahip değildi. Ama işte, iktisadi varlık koşulları bütünü gereğince, özgür insanlar ve köleler, zengin sömürü­cüler ve yoksul sömürülenler biçiminde bölünmek zorunda kalan bir toplum doğmuştu; (öyle-ç) bir toplum ki, bu uzlaşmaz karşıtlıkları artık yeni baştan uzlaştırmakla kalmıyor, tersine, onları sonuna kadar geliştirmek zorunda bu­lunuyordu. Böyle bir toplum, ancak, ya bu sınıfların kendi aralarındaki sü­rekli ve açık bir savaşımı içinde, ya da görünüşte uzlaşmaz karşıt sınıfların üstünde yer alan, onların açık çatışmasını önleyen ve sınıflar savaşımına, ol­sa olsa, iktisadi alanda, yasal denilen bir biçim altında izin veren bir üçüncü gücün egemenliği altında varlığını sürdürebilirdi; gentlice örgütlenmenin ömrü dolmuştu. Gentlice örgütlenme, iş bölümü (ve bunun sonucu, toplu­mun sınıflara bölünmesi) ile paramparça olmuştu. Yerine devlet geçti.” (3)

Özel mülkiyetin ortaya çıkışı, sadece sınıfları ve egemen sınıfların mülki­yetinin koruyucusu devleti ortaya çıkarmakla kalmamıştır. Bu değişim aynı zamanda, kadın cinsinin binyıllar boyunca sürecek tarihsel yenilgisinin, kö-leleştirilmesinin de koşullarını oluşturmuştur, ilkel komünal sistemin çözülü­şü, kadına tek eşli evliliği ve aileyi dayatarak, bu yolla kadınları tek tek ev­lere dağıtmıştır. Kadını yalnızca bir erkeğe eş ve onun çocuklarına anne ola­cak biçimde toplumsal yapıyı düzenleyerek; evin yönetimini de erkeğe ver­miştir, ilkel toplumdaki toplumsal örgütlenmede erkekle eşit olan kadın; ta­rihsel yenilgisiyle birlikte, erkeğin keyif ve çocuk doğurma aracı haline geti­rilerek, köleleştirilmiştir. Cins olarak devlet işlerine karışmaktan ve toplum yönetiminden; dolayısıyla, bütün iktidar alanlarından uzak tutulmuştur. Bu durumun doğal sonucu olarak, yaşamın bütün alanlarından kovularak, cin­sine dayatılan köleliği evin dört duvarları arasında yaşamaya mahkum edil­miştir…

Tarihsel gelişmenin uygarlık aşamasında ortaya çıkan özel mülkiyet, sı­nıflar, sınıf mücadeleleri ve devlet, siyasetinde de ortaya çıkışı anlamına gel­mektedir.

Siyasetin farklı tanımları olsa da, biz Lenin’in tanımıyla başlamak istiyo­ruz:

Politika; “devlet işlerine, yönetimine, devlet faaliyetlerinin biçim, görev ve içeriğinin belirlenmesine karışmak, belirlemek”X\r. Yine bir başka tanı­mında Lenin, “politika ekonominin yoğunlaşmış halidir” derken de, politika­yı ekonomi ile ilişkisi bakımından tarif etmektedir. Devleti ve öteki bütün üstyapı kurumlarını, hukuk, din, felsefe, sanat vb. belirleyen ekonomik alt ya­pıdır. Toplumun özel mülkiyet üzerinden sınıflara bölünmesi; devlet aygıtı­nın ortaya çıkması vb. hepsi bu ekonomik temel üzerinden şekillenir. Yani; bir üst yapı kurumu olan devletin açığa çıkardığı siyasetin de, kültürün de, eğitimin de, bilimin de, hukukun da, ailenin de, sanatın da… vs. belirleyeni son tahlilde ekonomik alt yapıdır. Burada hiç kuşkusuz üst yapı kurumlarının alt yapı, ekonomi, üzerinde aktif biçimde etkide bulunduklarını yadsımıyo­ruz. Yalnızca her politikanın açıktan ya da örtülü/dolaylı olarak belirli eko­nomik çıkarları yansıttığının altını çizmek istiyoruz.

Politikanın bir diğer anlamı da, iktidar mücadelesidir. Yani, devlet aygı­tını kimin eline geçireceği sorunudur. Bu tanım, reformlar için mücadeleyi reddetmez, ama onu iktidar mücadelesine bağlar.

Politikanın sınıf mücadelesi olduğu da yaygın görüşler arasındadır. Evet, politika sınıf mücadelesidir. Ancak, sınıf mücadelesi politik mücadeleden ibaret değildir. Ekonomik ve teorik mücadele de sınıf mücadelesinin diğer iki biçimidir. Ve son tahlilde, bütün mücadelelerin ulaşacağı noktada devlet, devletle ilişkiler durur. Dolayısıyla, devletle direkt karşı karşıya gelmek ile son tahlilde devletle karşı karşıya gelmek, bir ve aynı şeymiş gibi sunulamaz, gösterilemez. Marx’m bu konudaki anlayışını, Politika Dersleri’nden paylaşa­lım:

“Marx, bir sınıfın bir sınıfa karşı mücadelesinde bir sonraki hedefin ege­menlik sağlamak olduğunu söylemiştir ki, bu sınıf mücadelesinin politik mü­cadeleye doğru, egemenlik mücadelesine doğru ilerleyeceği, gelişip derinle­şeceği, sıçrayacağı anlamına gelir. ” (4)

Politikanın, hem devrimci-komünist özneler bakımından, hem de burju­va partiler bakımından belirli bir içerik atfedilerek kullanılması da oldukça yaygındır. Örneğin; kadın politikası, sendikalar politikası, Kürt sorununda politikalar vs. gibi…

Son olarak, politika kavramının günlük yaşamda kullanılmasına örnek olarak negatif bir içerik yüklenmiş tanımlanmasıyla yazımıza devam ede­lim… Gerçekleri gizlemek, yanıltmak, ayak oyunu, bilinçsiz halkı avlama; demagoji, hile, hurda, gerçekleri bir yana bırakarak ya da gizleyerek etki sağlama çabasıdır. “Genel” çıkarların yerine, bir partinin ya da politikacının şirin gösterilmesi anlamında politika kavramı kullanılır. Politikanın bu içerik­le coğrafyamızda kullanıldığı örnekleriyle mevcuttur. Önümüzdeki yerel seçimlerde bu gerçeği bir kez daha test etmek için sayısız örnekle karşı karşıya kalacağız.

Paylaştığımız bütün tanımlarda gördüğümüz gibi, tüm yollar, tanımlar devlete, devletle ilişkilere çıkıyor. Yani, bütün sınıflar ve toplumsal tabaka­lar devletle, devletin faaliyetleriyle ilgilidirler. Devlet aracılığıyla kendi çı­karlarını gerçekleştirmeye çalışırlar. Dolayısıyla Gramschi’nin; “… siyaset bi­limi, somut içeriği (ve aynı zamanda mantığa uygun formülleştirilmesiyle) gelişme halinde bir organizma olarak anlaşılmalıdır” saptamasını aklımızın bir köşesinde tutmalıyız. Şimdi siyasal örgütlenmenin temelinde duran dev­leti tanımlayarak yolumuza devam edelim:

Marx, devleti bir sınıfın egemenlik organı, bir sınıfın bir başka sınıf üze­rindeki baskı organı; sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek, bu baskıyı ya-sallaştırıp, pekiştirerek bir düzenin kurulması olarak tanımlamıştır.

Marx’m bu tanımını doğrulayan Lenin, Devlet ve ihtilal eserinde; devleti, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisi olarak ta­nımlar. Devletin var oluşu nedenine vurgu yaparak şöyle devam eder: Nere­de sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar. Ve tersine: Devletin varlığı da, sınıf çelişmelerinin uzlaşmaz olduklarını kanıtlar…

Yaygın tanımıyla örgütlenmiş zor olarak devlet; ilkel kolektivist toplumun eşit, özgür bireyini köleleştirme, köle sahibinin ayrıcalıklarını ve zenginliğini koruma ihtiyacından doğmuştur. Dolayısıyla, devlet aynı zamanda, üretim araçlarını elinde toplayan egemen sınıfların erkeğinin çıkarlarının da koru­yucusu, kollayıcısıdır, bekçisidir. Bu nedenle ordusuyla, polisiyle, bürokrasi-siyle devlet erkektir. Ve yönetmek işi, devlet aracılığıyla yönetme haline gel­diğinde politikleşir. Yani; özel mülkiyet, sınıflar, devlet ile birlikte yönetme işi de, eşitlikçi toplumdaki “sivil” toplumsal niteliğini kaybederek siyasal bir nitelik kazanır. Bununla birlikte yöneticilik bir yabancılaşmayı içerir. Bu ne­denle, politikanın merkezinde devlet yer alır, durur…

Teorik olarak kısaca paylaştığımız devletin günlük yaşamda yurttaşlar bakımından aldığı görüngülere dair örnekleri; Politika Dersleri’nden paylaş­mak istiyoruz:

“Yaşamlarını birleştirmeye karar veren bir çiftin, ama ancak yaşları on se­kizi geçmişse masasına oturacağı nikah memurudur, devlet. Köylü için muhtar ya da jandarma, bazen sayılmak için bir gün evde oturmak ya da üç-beş yılda bir sandık başına gidip oy vermektir. Son lokmasından koparıp verdi­ği vergidir, devlet… Yaşamının en güzel çağında bütün sevdalarını garnizon kapısında bırakıp iki yıl süren askerlik zorunluluğudur, delikanlı erkeğe. Ba­sit bir ikametgah senedi almak üzere gittiğiniz muhtar, sicil belgesi almak için başvurduğunuz savcıdır, devlet. Disiplin yönetmeliğinin faşist, gerici maddelerine itiraz eden, parasız eğitim isteyen liseli genç kız (genç kadın ol-malı-bn) ya da erkeğin karşısına dikilen okul müdürü veya polistir. Eğitimin özelleştirilmesine hayır, fırsat eşitliği istiyoruz, polis üniversiteden dışarı, anadilde eğitim diyen, üniversiteli gençlere saldıran polis, jandarma ya da hatta onları bin bir yolla vazgeçirmeye, hareketi boğmaya çalışan dekandır, devlet. Toplu pazarlık sürecindeki anlaşmazlık dışında grev yapamazsın di­yen anayasa, ya da grev çadırına saldıran polistir, jandarmadır, devlet. Ge­nelkurmaydır, ordudur ve bazen TRT’dir, devlet. Vali, kaymakam ve de işi­miz düştüğünde herhangi bir ‘devlet dairesi’nde önümüze dikilen, tepeden mağrur, kibirli bakışlarla bizi süzen bürokrattır, memurdur, işsizliğin, açlığın düşürdüğü hırsızın, düşüncelerini açıklayan aydının, sanatçının, sömürü ve zulüm düzenine itiraz eden devrimcilerin, politik muhaliflerin kendilerini karşısında bulduğu mahkemelerdir, cezaevleridir, devlet. Yurttaşların cinsel yaşamından, yatak odasından düşüncelerine, telefon konuşmalarından po­litik faaliyetlerine kadar, yaşamlarının bütün alanlarına burnunu sokan, gözleyen, denetleyen, yöneten, yargılayan, düzenleyen, hükmeden bir bü­yük otoritenin örgütlenmesidir, devlet… “(5)

Liste uzayıp gidebilir. Bu listeye kadınlara dair birkaç ek yaparak devam edelim:

Çalışmak isteyen kadına, yakın zamana kadar eşinden izin almayı yasal bir zorunluluk olarak dayatandır, devlet. Uğradığı koca dayağından şikayet­çi olduğunda karakolda ‘koçandırsever de, döver de’ diyen polistir. Şikaye­ti yargıya taşıdığında ‘kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik et­meyeceksin’ karar\ru alan yargıçtır devlet! Kadın katliamlarında katil erkeği koruyan, ceza indirimi uygulayandır. Bir dizi mesleği fiilen kadına yasakla­yandır, istemediği çocuğu kürtaj yaptırabilmek için erkeğin onayını daya­tandır. Evlilik içi tecavüzü erkeğe hak sayan, kadını tecavüzcüsüyle evlendi­rerek, onu ömür boyu tecavüze mahkum edendir, devlet…

Politika, devlet aracılığıyla toplumun yönetilmesinin araçlarını da yarat­mıştır. Bu araçların başında; sınıfların politik bakımdan en bilinçli ve örgütlü kesimleri olan partiler gelir. Siyasi partiler sınıfları temsil ettikleri gibi, sı­nıfların büyük kitlesini, toplumu etkileme, sürükleme ve yönetme yeteneği­ne de sahiptirler. Uygarlığa geçişte üretim araçlarına el koyanların erkekler olması, bin yıllarca süren erkek egemenliğini garanti altına almakla kalma­mış; bunun koşullarını/araçlarını da erkeğe sunmuştur. Bu nedenle devlet, iktidar, siyasi partiler erkektir. Bütün üst yapı kurumlarında egemenlik erke­ğin elindedir. Ve genel olarak bu alanlar, kadınlara kapatılmıştır. Günümüz­de bu alanlarda kadınların var olması, yer alması da, kadınların mücadele­leriyle elde edilmiştir. Nasıl ki, siyasal örgütlenme ve araçlar insanlık tarihi­nin belirli bir aşamasında ortaya çıkmış ise; kaçınılmaz olarak tarihin bir baş­ka evresinde insanlık; bu örgütlenme biçimlerine de, araçlarına da ihtiyaç duymayacaktır. Özel mülkiyetin, sınıfların ortadan kalkmasıyla, politika da devletle birlikte sönümlenecektir. işte o zaman, kadınlar bütün insanlıkla birlikte özgürleşecektir…

“Yurttaşlığı Olmayan Yurttaşlar!”

Erkek egemen sınıflı toplumların, kadın cinsine bir yazgı olarak dayattığı köleliğin temelini; ev ekonomisinin toplumsal içeriğini yitirmesi ve kadının tek eşli aile ile bir erkeğe bağımlı kılınarak evcilleştirilmesi oluşturur. Erkeğe bağımlı hale getirilerek, dört duvar arasına sıkıştırılmış kadın cinsinin top­lumsal, siyasal yaşamdan dışlanmış olması tarihsel olarak kadına dayatılmış domestik köleliğin binyıllar boyunca sürdürülmesinin de anahtarı olmuştur. Bunun için başta din gelmek üzere hukukuyla, ahlakıyla, kültürüyle, eğiti­miyle, bilimiyle, sanatıyla,bütün üst yapı kurumları egemen sınıfın erkeğinin emrinde kadına karşı kullanılmıştır. Kadının ilk tarihsel yenilgisi ve prangası olan tek eşli aile, onun dünyasını eviyle, evin dört duvarıyla sınırlandırmış­tır. Kadını mutfak, çocuk, yatak odası üçgenine hapsetmiştir.

Erkek egemen sınıflı toplumların, bütün tarih boyunca kadınları siyasal, toplumsal yaşamdan uzak tutmak için başvurdukları temel taktiklerden biri: Herhangi bir savaşımda/mücadelede kadınları yedeklemek. Kazanımları ise paylaşmamaktır. Diğer taktik ise: Her zaman katılmış oldukları toplumsal mücadelelerde kadınların rolünü yok saymak ya da silikleştirmek olmuştur. Ancak bütün bu yok sayma, silikleştirme ve tarihten silme çabalarına rağ­men, kadınlar siyasal ve toplumsal mücadelelerde yer almışlardır. Tarihsel olarak cinslerine bir yazgı olarak dayatılan köleliğe karşı savaşarak, birçok hakkı koparıp almışlardır/alacaklardır…

Dünyada ilk kez, tüm yurttaşların oy verdiği ve tarihçilerin demokrasinin beşiği olarak adlandırdıkları Eski Atina ‘da, ne yazık ki nüfusun yalnızca altı­da biri yurttaşlık hakkına sahiptir. Kadınlar ve köleler yurttaş sayılmazlar. Kadınlar yasalar karşısında yarı-köle statüsündedirler. Bir ülkenin vatandaş­ları, yani halkın yönetimi anlamına gelen “demokratik yönetimler” 20. yüz­yılın başına kadar hiçbir şekilde kadınları kapsamamıştır. (6) Bu gerçeği, Landes’in “kadınlar yurttaşlığı olmayan yurttaşlar” tanımlaması çok çarpıcı biçimde açıklamaktadır. Yine Yual Davis’in, ismini vermediği bir siyaset bi­limcisinden aktardıklarını da paylaşmaya değer buluyoruz.

“Kadınlar vatandaşlık hakkının kazanımlarmı sadece daha geç elde edenler olarak kalmamış, onların dışlanması erkeklerin demokratik katılımlarının olu­şumunda dayanılan şu noktayı da ortaya çıkarmıştır: Vatandaşlık statüsü er­keklere, onların ailenin temsilcileri ve vatandaş olmayan diğer aile üyelerini ve yöneten üyeler olarak sahip oldukları yetenekleri ile tahsis edilmiştir. ” (7)

Aileyi yöneten üyeler olarak erkeklerin “sahip oldukları yetenekleri” fikri, tartışmanın eleştiri oklarını hak etse de; yazımızı bu yöne doğru evriltmek dağıtıcı olacağı için; kadınların yürüttükleri bazı mücadele deneyimleriyle devam edelim…

Kadınlar erkeklerle eşit yurttaşlar olarak görülmediklerini ilk kez XVIII. yüz­yılda algılamışlardır. Devrimci hedefler için mücadele eden, bedeller ödeyen Fransız kadınlar, bağımsızlık savaşma katılan Amerikalı kadınlar; oluşturulan anayasalar ve hak bildirgelerinde yer alan ilkelerin cinsiyetçilik duvarına, er­kek egemenliğine nasıl takılıp kaldığının da tanıkları olmuşlardır.

Fransız Devrimi’nden sonra yayınlanan insan Hakları Bildirgesi’ne karşı dönemin kadın önderlerinden Olympe de Gouges 1793 yılında Kadın Hakları Bildirgesi’ni yayınlar. Kadın Hakları Bildirgesi; kadınların erkek egemenliği­ne karşı isyanını dile getiren bir manifestodur aslında…

Bildirge’nin 10. maddesi der ki:

“Kadına giyotine gitme hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır.” (8)

ister Fransız Devrimi’ne katılarak barikatlarda savaşan kadınların yaşa­dıkları cinsiyetçi uygulamalar; ister insan Hakları Bildirgesi’ne karşı Kadın Hakları Bildirgesi’nin dile getirdiği kadınların talepleri olsun; isterse de 1792 savaşma katılan ve 1793’te kadınların Konvansiyon Meclisi’ne yönelttikleri: “a) Paris’te kadınların toplantı yapmalarına izin verilecek mi? b) Kadın­lar siyasal haklardan yararlanmalı ve yönetim işlerine etkin şekilde katılmalı mı? c) Siyasi dernek ya da kitle örgütü kurabilirler mi?” (9) sorularına Mec-lis’irı verdiği olumsuz yanıt ve tarihten paylaşabileceğimiz bir dizi örnek; ta­rihsel olarak kadın cinsinin siyasetten dışlanmış olduğunu göstermektedir.

“XIX. yüzyılda tüm dünyada kadın hareketlerinin temel taleplerinin ba­şında, oy hakkı için mücadele gelmiştir. Bu amaçla kurulan derneklerin, ör­gütlerin yürüttükleri mücadeleler; 20. yüzyılda kazanıma dönüşmüştür, ilk kez 1903 yılında Finlandiya’da kadınlara tanınan oy hakkı; I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından: Avusturya, ingiliz Doğu Afrikası, Kanada, Kı­rım, Çekoslovakya, Danimarka, Estonya, Almanya, ingiltere, Macaristan, iz­landa, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Polonya, Rodezya, isveç, Ukrayna veABD’de kadınlar oy hakkını kazanırlar. “(10) Türkiye’de ise bu hak 1934 yılında tanınmıştır.

Hiç kuşkusuz, tarihten silinmeye çalışılan kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelelerine dair sayısız kahramanlık ve deneyim mevcuttur. Yazımızın amacı bakımından bütün bunları sıralamamız/paylaşmamız gerekmiyor. Ancak, kadınların özgürlük mücadelesinin kristalize olmuş, toplamının bir ifadesi olan Sovyetlerde kadınların kazanımlarma birkaç cümleyle de olsa değinmeden geçmek önemli bir eksiklik olacaktır. Çünkü, 1917 Ekim Devri-mi’ne kadar insanlığın bütün bir toplumsal mücadeleler ve devrimler tari­hinde; en demokratik burjuva cumhuriyetlerin bile başaramadığını Ekim’in kadınları başardılar. Bu devasa kazanımı, Amerikalı bir gazeteci olan George St. George’nin Sovyetler Birliği’nde Kadın adlı kitabından paylaşalım:

“8 Kasım sabahı, saat 02.30 sularında Neva Irmağı’nda demirlemiş bulu­nan hafif Avrora zırhlısının on topundan tek bir el ateşleniyordu; ‘tüm dün­yada duyulan bir atış.’ Bu, binlerce silahlı asker ve fabrika işçisini dalgalar halinde yalnızca birkaç askeri öğrenci ve Kadınlar Taburu askerinin korudu­ğu Alexender Kerensky’nin geçici hükümetinin merkez olarak kullandığı Kış­lık Saray’a doğru gönderen, önceden belirlenmiş parolaydı.”

“On dakikada her şey bitmişti. Rusya ‘da ve dünyada yeni bir çağ açılıyor­du. Aynı gece tarihin ilk sosyalist devleti ilan edildi.” (11)

Neva Irmağı’na demirlemiş Avrora zırhlısının tüm dünyaya ilan ettiği sos­yalist devrimin zaferiyle birlikte taş üzerinde taş kalmamıştır. O güne kadar kadınları erkeğe köle yapan bütün gerici, cinsiyetçi yasalar lağvedilmiş, kadınların kitlesel olarak siyasal, toplumsal yaşama çekilmelerinin önü açılmış­tır. Kadını erkeğin hizmetine sokan bütün yasaların ve uygulamaların ipta­liyle; kadın cinsinin tarihsel yenilgisinin utanç verici ev köleliği konumu da, yasalar katında bir gecede silinir. Bütün yurttaşlık hak ve görevlerinde, ka­dın erkekle tam eşitlik konumuna yükselir. Ve bütün bu kazanımlar, kadın­lara erkek sınıf kardeşlerinin bir lütfü olarak bahsedilmemiştir. Aksine, dev­rime bütün güçleriyle, bitmez-tükenmez bir inanç ve iradeyle katılan işçi, emekçi, ev emekçisi ve genç kadınlar mücadele ederek kazanmışlardır.

Tarihten paylaştığımız bu kısacık anımsamanın ardından; erkek egemen sermaye düzeninin kadınları siyasal alandan dışlanmalarının, yok saymala­rının yöntemlerine dair güncel örneklerle devam edelim…

Siyasette Kadına Yer Var Mı?

Simone de Beauvoir’in “Burjuva erkeği kadında tamamlayıcısını arar, eşi­tini değil. ” sözü, erkek egemen emperyalist-kapitalist sistemin siyasal top­lumsal yaşamda kadına biçtiği rolü özetlemektedir.

Havva ile Adem mitinde de, Havva üzerinden kadın aşağılanmış, günah­kar ilan edilmiştir. Dinlerde kadın erkeğin kölesi, tamamlayıcısı olarak ta­nımlanmış; bu yolla kadın toplumsal-siyasal yaşamın dışına itilerek, eve ka­patılmıştır.

Sınıflı toplumlar, kadına dayattıkları aile kurumu başta gelmek üzere, eğitimi, ahlakı, gelenekleri, sanatı ve bilimi kadın cinsinin tarihsel yenilgisi­ni ebedileştirmek, erkeğin erk’ini güçlendirmek için kullanmıştır. Ve bütün dünyada erkekler, çocuğun bakımı ve ev işlerini kadınların omuzlarına yük­lerken ideolojik olarak bu kaynaklardan beslenirler, güç alırlar. Karşılıksız bir hizmet düzeyine çıkarılan çocuk bakımı ve ev işleri, kadını erkeğe bağlayan bir prangaya dönüşür. Bütün bu işler, kadınların toplumsal-siyasal yaşamın dışına savrulmasının da “kutsal” gerekçeleri olurlar. Kadınların tarihsel ola­rak cinslerine dayatılan bu yazgıya karşı çıkışı ise baskı ve şiddetle karşıla­nır. Bu baskı ve şiddete anneliğin kutsallığı, ailenin dokunulmazlığı argü­manları eşlik eder. “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” türün­den demagojilerle öğretilmiş kadınlık duyguları okşanır. Ve bütün bunlar, iki cins arasındaki çelişkiyi gizlemek, erkeğin egemenliğini korumak içindir.

Özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla bütün sınıflı toplumlarda egemen sınıfın erkeği üretim araçlarının da sahibi olmuştur. Dolayısıyla; ordusuyla, polisiyle, bürokrasisiyle devlet de doğuşundan itibaren erkektir. Bu nesnel durum, siyasal mücadelenin temel araçlarının başında gelen siyasi partilerin de er­kek olmasını koşullamıştır. Yine bu durum, politika-devlet ilişkisi kapsamın­da iktidar alanlarının kadına kapatılmasının nedeni olmuştur. Kadınların ik­tidar alanlarında bir güç haline gelebilmelerinin yolu hiç kuşkusuz siyasal mücadeleden geçer. Kapitalizm öncesi kadınlar ait oldukları sınıflarla birlik­te sınıf mücadelesine katılmışlardır. Ancak bu katılımda kendi talepleri için mücadele etmesi henüz söz konusu değildir. Bu nedenle siyasal mücadelede tümüyle erkeğe bağımlıdır. Modern anlamda kapitalizmle birlikte ortaya çı­kan kadın sorunu; kadınların siyasal alanda var oluşlarının içeriğini de fark-lılaştırmıştır. Burjuva devrimlerinin bayraklaştırdığı eşitlik ve özgürlük tale­bine, kadınlar tarafından cinsel eşitlik talebi de eklenmiştir. Ve bütün tarihi boyunca siyasal mücadelede yer alan kadınlar, erkek egemen siyaseti, par­tileri de değişik düzeylerde sorgulamışlardır/sorgulamaktadırlar.

Siyasi partiler, kendi çıkarları doğrultusunda kadın kitleleriyle ilişkilenir-ler. Bu ilişkide aslolan, burjuva partilerin iktidar olma ya da iktidarlarını sağ­lamlaştırma ihtiyacıdır. Bu nedenle, özellikle seçim zamanlarında kadınları hatırlayıp, en geniş kadın kitlelerinin kendi saflarında politikaya katılmala­rını isterler. Bu doğrultuda çaba harcarlar. Ancak, kadınların burjuva parti­lerde yönetim mekanizmalarında temsiliyeti, milletvekilliği ve belediye baş­kanlığı gibi sorunlara geldiğinde işler anında değişir. Çünkü siyasi partiler­de hakimiyet, egemenlik sarsılmaz biçimde erkeklerin tekelindedir. Burjuva partilerde siyaset, erkek egemen değerleri kabul eder, erkeği yüceltir. Burju­va siyasette kadınlara açılacak yeri de; erkeğin çıkarları belirler. Ve kadınlar, ancak burjuva partilerin vitrinlerinde kendilerine yer bulabilirler. Siyasette erkeğe bağımlı kılman kadınların özel talepleri de, erkekler kabul ettiği ka­darıyla “kabul görür.” Ya da, kadınların mücadelesi geliştiği ve bir baskı oluşturarak siyasi partileri zorladığı oranda dikkate alınırlar. Yani; bütün her şey, erkeklerin belirlediği koşullar, çizdiği sınırlar çerçevesinde olur, yaşanır. Ve bu alanda kadın siyasetçi yerine siyasetçi kadına yer açılır. Burjuva sınıf politikası erkek egemenliğini özsel olarak kutsadığı için erkek gibi kadın po­litikacılar yetiştirir. Bu nedenle, siyasi partilerin bütün yönetim kadroları is­tisnalar dışında erkeklere aittir. Siyasal alanda var olmak isteyen kadınlara da, erkeklerin aldıkları kararları kitlelere taşımak, kitle desteği için çalışmak, kadınların oylarını bu partilere kanalize etmektir. Yine seçim dönemlerinde burjuva partilerin ihtiyaç duyduğu vitrin dizaynında kadına biçilen rolü oy­namak düşür. Zaten burjuva partilerin kadın kollarının, kadınları siyasete hazırlayan birimler olmaktan çok, kadın kitlesini partiye devşirmeye yarayan araçlar olarak düşünülmesinin anlamı da budur. Kısacası, erkeklerin tekelin­de olan siyasal alan, kadının evdeki hamallığını, evin dışında kamusal alan­da da sürdürmesini ister, dikte eder, dayatır.

Siyasal alanın kadınlara yasaklanması, bir başka ifadeyle gerçekte kadın­ların yurttaş “insan”dan sayılıp sayılmaması anayasalardan başlar. Genel felsefi mantığa göre; eşit hakları kabul edilmeyenler insandan sayılmaz!

1876 Anayasası’rıırı 65. maddesi der ki: “Her elli bir erkek nüfus için bir mebus seçilecek…”

1924 Anayasası’nm 10 maddesi de: “On sekiz yaşını bitiren her erkek Türk milletvekili seçimine katılma hakkına sahiptir.” der.

Her iki anayasada da kadın, yurttaş/insan sayılmayarak kabaca aşağılan­maktadır. Geçerken 1924 Anayasasındaki “Türk” nitelemesinin de dikkatler­den kaçmaması gerektiğinin söylemeliyiz.

I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası 21 ülkede kadınların mücadeleleri sonucu seçme ve seçilme hakkına sahip olmaları; 1930’lu yıllarda bu coğraf­yaya Mustafa Kemal’in batılılaşma projesinin bir devamı olarak uğramıştır. Önce 3 Nisan 1930 tarihinde, 1580 sayılı Belediye Kanunu’yla yasanın 23. ve 24. maddeleriyle kadınlara “Belediye meclisleri için seçme ve seçilme hakkı” tanınmıştır. Yine 1933’de, 442 sayılı Köy Kanunu’nun 20. maddesinde yapı­lan değişiklikle “Köy muhtarı ve azalarının köylü kadın ve erkekler arasından seçilebileceği” kabal edilmiştir. Kadınların milletvekili seçme ve seçilme hak­ları ise, 1934 yılında Anayasa’da yapılan değişiklikle tanınmıştır. Kadınların bu hakka kavuşmasının parça parça gerçekleşmesi bu topraklardaki “deği-şim”e, değişimin hızına, içeriğine ve elbette erkek egemenliğinin gücüne işaret etmektedir.

Anayasa’nm 10. maddesinde yapılan değişiklikten sonra ilk genel seçim­ler 1935 yılında yapılır. Bu seçim sonrasında kadınlar TBMM’de % 4.5 oranın­da temsil edilirler. 1935-22 Temmuz 2007 arasında kadınların burjuva mec­listeki temsiliyeti 3 ila 24 sandalye arasında değişen sayıda % 4.4 oranında olmuştur. Ve bu oran, 1935 yılındaki temsiliyet oranının gerisinde kalmıştır.

22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde 550 sandalyeli TBMM’ye 50 kadın milletvekili seçildi. Böylece, kadın milletvekillerinin oranı % 8.9 oldu. Oran ve sayı olarak bu düzeyde kadın milletvekili seçilmesi, Türkiye tarihinde bir ilk­ti. Bu durumun oluşmasının iki önemli nedeninden söz edilebilir, ilki, DTP’nin kadınların temsilinde sergilediği özenli, duyarlı demokrat tavrıdır. Tüzüğün­de yer alan pozitif ayrımcılık ilkesini ve % 40 kotayı uygulamasıdır. DTP’nin 20 vekilinden 8’i kadındır, ikinci neden ise AKP’nin beklediğinden fazla oy almasıdır. Bu artış, seçilemeyecek sıralardaki kadın adayların da seçilmesini sağlamıştır.

Burada özel olarak bir noktanın altını çizmekte yarar var. 22 Temmuz se­çimleri öncesi, kadın örgütleri, kadınların siyasal alanda temsiliyetinin arttı­rılmasına yönelik nispeten geniş kampanyalar yürüttüler. Burjuva partilerin tabanında yer alan kadınlar da, siyasette daha etkin olma istek ve çabalarıy­la dikkat çektiler. Kadınlarda ortaya çıkan bu ilgi ve istek, siyasi partiler üze­rinde genel bir basınç yarattı. Bütün bunlar, siyasi partilerin kadın oyların, kendi partilerine kanalize etme ihtiyacı, listelerinde “daha fazla” kadın ada­ya yer vermelerine yol açmıştır.

Burjuva partilerin seçim listelerinde kadın adaylara ayırdıkları yerin çok sınırlı olması; seçilmiş kadınlara yönetim organlarında, kabinede ayırdıkları yerin sıfıra yakın olması; bu coğrafyada siyasetin ne kadar erkek olduğunu, cinsiyetçiliğin gücünü göstermektedir. Bütün bu uygulamalar, davranışlar siyasetin erkek alanı olarak belirlenmesi, toplumsal cinsiyetin kadını eve göndermesi anlayış, ve pratiği üzerinden yükselir.

Duruş, anlayış ve pratik böyle olunca, bunun hükümetlere yansıması; merkeze yaklaştıkça kadınların önüne çekilen cinsiyetçi duvar daha bir güç­lenir. Aşılmaz hale gelir. 1935-1977 yılları arasında parlamentoya, toplam 69 kadın girmiştir. Ancak bunlardan yalnızca iki kadın hükümetlerde görev al­mıştır. 1977-2007 arasında; 1990’h yılların başında kurulan Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’™ saymazsak; imren Aykut’un Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Meral Akşener’in içişleri Bakanlığı yapmış olmaları bir is­tisna olarak TBMM tarihine geçmiştir. Tabii bir de, 25 Haziran 1993’te ilk ka­dın Başbakan ve 1000 gizli operasyonunu mimarlarından Tansu Çiller’i ekle­meliyiz.

Milletvekili seçimlerinde erkek egemen burjuva siyasetin yerel seçimler­deki pratikleri, kadınlar bakımından çok daha geridir. En son 28 Mart 2004 Yerel Seçim sonuçlarına göre: Toplam 3.225 belediye başkanlığının yalnızca 18’inde kadınlar yer almaktadır. Bu sayının partilere göre dağılımı şöyledir: 8’i DTP’lidir. SHP Antakya Belediye Başkanı da, DTP’nin de içinde yer aldığı blokun adayıdır. Geriye kalan 9 kadın belediye başkanının; 5’i CHP’den, 2’si AKP’den, DSP ve DYP’de de birer belediye başkanlığı mevcuttur.

Belediye meclis üyeliklere ve il Genel Meclis Üyeliklerinde de, durum pek farklı değil. 34.447 belediye meclis üyeliği’nin yalnızca 799’u kadındır. 3.208 il Genel Meclis Üyeliği’nde de kadınların temsiliyeti 56’dır.

belediye meclislerinde ve il genel meclislerinde kadın üyelerin siyasi par­tilere göre dağılımını ilgili grafiklerden inceleyebiliriz:

Grafiklerden de rahatlıkla görülebileceği gibi, DTP’nin siyasal alanda ka­dınlara pozitif ayrımcılık ve kota uygulaması; hem belediye başkanlıkların­da, hem de belediye ve il genel meclislerindeki kadınların temsiliyetindeki oranı çok fazla etkilemiştir.

Kadınlar Sorunlu Özne Mi?

Sömürücü egemen sınıflar, siyasal alanda kadınları her zaman sorunlu özne olarak görmüşlerdir. Kadınlarla ilgili faaliyetten sorumlu bakanlığın adının bile; Aile, Kadın, Çocuk ve Özürlülerden Sorumlu Devlet Bakanlığı ol­ması bunun göstergesidir. Yine burjuva partilerin programlarında, kadınla­rın çocuklar, yaşlılar ve engellilerle (ki, onlar özürlü derler) birlikte anılması da bu anlayışın bir parçası/devamıdır.

Burjuva partilere göre kadınlar: Zavallı, erkeğin korumasına muhtaç, doğ­ru karar alabilecek kapasiteden yoksun, saçı uzun aklı kısa, yönetme yetene­ğinden yoksun, kendi ayakları üzerinde duramayan varlıklardır. Kadınların burjuva siyasete katılımları sınırlı ve erkek egemen siyasete tabidir. Dahası, kadınlar burjuva siyasete katıldıkları oranda da parti siyasetinin edilgen, ge­ri planda, belirleyici olmayan alanlarında tasnif edilirler. Kadın kolları çalış­malarının, partinin hayır işleriyle, kermes ve çay partileriyle sınırlandırılması boşuna değildir. Ve bu durum burjuva partilerin ortak paydalarıdır.

Hiç kuşkusuz, cinsiyetçi erkek yaklaşımın taşıyıcısı, kurumsal düzeyde en üst boyutta üreticisi ve uygulayıcısı burjuva partilerdir. Örgüt yapılarıyla, program ve tüzükleriyle, siyaset yapış biçimleriyle, reklamlarıyla, seçim kampanyalarıyla, parti liderleri, yönetici ve üyelerinin anlayış ve pratikleriy­le kadınları hem alt kademelerde, hem de bağımlı ve tabi tutmaya çok özel çaba harcarlar. Ayrıca bu anlayışları, parti tabanındaki, partideki kadınlara da kabul ettirirler. Burjuva partilerde kadınlar, öğretilmiş erkek egemen burjuva siyasetin er’leri olarak yetiştirilirler. Kendi, cinslerinin talepleri doğrul­tusunda siyaset yapmalarından hiç hoşlanılmaz. Bu nedenle, kadın siyasetçi değil, siyasetçi kadınlar tercih edilir. Burjuva siyaset ancak erkek gibi kadın siyasetçileri kaldırmaktadır. Siyasetçi erkekler ancak erkek gibi kadınları “eşitleri” olarak görürler…

Erkek Partilere, Erkek Program!

29 Mart 2009 Yerel Seçimleri’nde her bir burjuva partinin kadınlara ilişkin pratiklerine bir kez daha tanık olacağız. Her biri belediye başkan adaylarını açıkladılar. Sayıları bir elin parmaklarını geçmiyor maalesef. Onların bu pra­tiğini belirleyen, yöneten programlarına bakmak seçim propagandalarmda-ki ikiyüzlülüklerini teşhir etmek bakımdan yararlı olur kanısındayız. Mecliste grubu bulunan partilerden üçünün parti programlarında kadınlara dair ne­ler söylediklerine sırasıyla bakalım:

Önce AKP ile başlayalım

“Kadınlar, sadece toplumumuzun yarısını oluşturdukları için değil, her şeyden önce birey oldukları ve sağlıklı nesillerin yetiştirilmesinde birinci de­recede etkin oldukları için, yılların ihmali sonucu biriken her türlü sorunla­rıyla ilgilenilmesi, Partimizin öncelik verdiği bir konudur. Bu nedenle;

Kadınların kamusal yaşama katılımının özendirilmesi için gerekli tüm ön­lemler alınacaktır.

Kadınların Partimize üye olmaları ve siyasette faal rol oynamaları özendi­rilecektir.

Kadınla ilgili dernek, vakıf ve sivil toplum örgütlerine destek sağlanacak­tır. Kadınları ilgilendiren yasal düzenlemeler yapılırken bu örgütlerle işbirli­ği yapılacaktır.

Kadına yönelik şiddet, cinsel ve ekonomik istismarın önlenmesi, Partimi­zin öncelikli politikaları arasında yer alacaktır.

Kadın intiharlarının, töre ve namus cinayetlerinin sık görüldüğü yöreler­de kadınlara ve ailelerine yönelik önleyici ve eğitici çalışmalar yapılacaktır.

Yerel yönetimlerin kadınların sorunları ile ilgili çalışmalar yapması teşvik edilecektir. Kırsal kesimde yaşayan kız çocuklarına yönelik yaşadıkları böl­gelerin koşullarına uygun eğitim projeleri geliştirilecek, bu konuda çalışan sivil toplum kuruluşları desteklenecektir.

Kız çocuklarının okullaşma oranını artıracak politikalar uygulanacaktır. Kız çocuklarının eğitiminin önündeki engeller kaldırılacak, özellikle kırsal ke­simde ailelerinin bilinçlendirilmesine yönelik çalışmalar yapılacaktır.

Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi ile getirilen ilkelerin uygulanması sağlanacaktır.

Ev kadınlarının sosyal güvence kazanmasını sağlayacak çalışmalar ger­çekleştirilecektir. Ev içi emeğin saygınlığı korunarak kadınlar için yeni istih­dam alanları oluşturulacaktır.

Maddi destekten yoksun durumda olan ya da şiddete maruz kalan kadın­ları koruyan programlar oluşturulacaktır.

Mevzuatımızda kadın aleyhindeki ayrımcı hükümler ayıklanacaktır.

Kadınların çalışma hayatı, çocuk ve aile sorumlulukları dikkate alınarak sosyal güvenlik ve çalışma koşullarında iyileştirme yapılacaktır.”

Paylaştığımız gibi AKP programında kadınlarla ilişki, kadınlara ayrılan yer bu kadar. AKP Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan her fırsatta kadınlara üç çocuk doğurmasını önerdiğine göre; kadınların evden çıkmaya ne halleri, ne de vakitleri kalır. Peki ya AKP örgütlerinde kadınların temsiliyeti ne du­rumda? En son genel seçimlerde, kadın oylarının önemli bir bölümünü ken­di potasına akıtmış olsa da AKP yönetici organlarında kadınları mikroskopla aramak gerekiyor. Zira, 850 ilçe yönetiminin yalnızca 5’inde kadınlara yer verilmiştir. 81 il başkanlığında ise tek bir kadın başkanın yer almaması bir te­sadüf değildir. Programıyla, örgüt yapısıyla ve pratiğiyle bütün bu örnekler, AKP’nin ne kadar erkek bir parti olduğunu göstermektedir. Oysa, AKP’de 2007 Genel Seçimleri öncesinde, Kadın Kolları 6 ayda 5 binin üzerinde top­lantı yapmış. Bu toplantılarda 224 bin kadına ulaşılmış. AKP Hükümetinin ka­dın ve çocuk politikacılarını tartışmışlar. AKP ise, 22 Temmuz seçimlerinde gençlere, kadınlara ve engellilere sınırlı bir kontenjan tanımış. Kontenjan ta­nınan illerden Konya il Örgütü ise hem genç, hem engelli, hem de kadın aday arayışı ile tek bir adayla durumu çözmeye çalışarak AKP’ye yaraşır bir tutum sergilemiş; bir taşla üç kuş vurmaya çalışmıştır. 22 Temmuz seçimle­rinde, AKP’nin 341 milletvekilinden yalnızca 30’u kadındır.

Baykal ve CHP’sinde kadınlar söz konusu olduğunda; en “güçlü” silahları “çağdaşlık”tır. Ancak “çağdaşlık”, türbanlı kadınların eğitim haklarının gasp edilmesinde Baykal’ı başrole terfi ettirip; kadınlara evlerinin adresini göstermeye yarıyor. Kürt kadınlarının asimilasyonunda önemli roller üstlen­mesinin sağlıyor. CHP son seçimlerde vitrinine yerleştirdiği erkekten daha erkek, ırkçı, şoven kadın milletvekilleriyle ne kadar “çağdaş” olduğunu kanıt­lamaya çalışıyor(l) Aslında 8ı ilden yalnızca üçünde kadın başkan olması; 99 milletvekilinden 9’unun kadın olması, kadın kolları seçimle işbaşına gelse de hiçbir yetkisinin olmaması; % 25 parti kotasının kağıt üzerinde kalması, CHP’de de kadına ne kadar yer açıldığını açıklamaya yeter. CHP’nin 1994 yı­lında oluşturduğu programında özel olarak kadınlara dair bir bölüm yoktur. Programında, laiklik bölümü altında kadınlarla ilgili politikalarını açıklamış­tır. Kota değişikliğini 2002 yılında örgütlenen kongreyle karar altına almış­tır. Yani anlayacağınız değişiklikleri yeni yapmıştır. CHP’nin programına göz atmakta yarar bulunmaktadır:

“Ulusal bir kadın politikasına gereksinim vardır. Kadın Veri Merkezi, Ka­dın Kütüphanesi, Kadın Sığınma Evleri, Kadın Merkezleri ve Ulusal Kadın Kon­seyi kurulacak. Kadm-erkek eşitliği konusunda alınacak önlemlerin kurum­sallaşması için kadının statüsünü belirleyecek ve cinslerin eşitliğini garanti altına alacak bir Çerçeve Eşitlik Yasası’nın yürürlüğe girmesi sağlanacak.

Kadınların kamusal ve siyasal karar organlarında yer almasını sağlamak için kotadan yararlanılacak. Kotanın parlamento ve yerel meclislerde de ge­çerli olması için girişimlerde bulunulacak.

Dünyada yoksulluk içinde yaşayan ı.ı milyar insanın yüzde 70’i kadındır. Yoksulluk kadınla özdeş hale geldi. Dünya mal varlığının yalnız yüzde ı’i ka­dınlara aittir. Türkiye genelinde sahip olunan gayrimenkulun yüzde 73’ü er­keklerin, yüzde 8.7’si kadınların üstüne kayıtlı bulunuyor. Ortak mülkiyet oranı ise yüzde 5.9 ‘dur.

işgücüne dahil olmayan nüfusun yüzde 73.5’i kadın. Kadın işgücünün yüzde 59.ı’i tarımda, yüzde 13.3’ü sanayide, yüzde 27.ı’i hizmetlerde istih­dam ediliyor. 2000 yılında işsiz her 100 kadının yaklaşık 26’sı eğitimli genç­tir. CHP’nin projesi ile tüm kadın çalışanların sendikalaşma, toplusözleşme ve grev hakkı güvence altına alınacak

Kadınlar daha az eğitiliyor; kaynaklara daha zor ulaşabiliyor; fırsat eşitli­ğinden yararlanamıyor. Proje ile kırsal bölgeler ve muhafazakâr çevrelerde yaygın olan kız çocuklarını okuldan çekme geleneği; eğitim, özendirme, des­tekleme ve ikna yöntemi ile değiştirilecek. Yatılı bölge okulları ve kız liseleri açılacak.

Anayasanın 10. maddesine “Kadın ve erkek eşit haklara sahiptir. Devlet cinsler arası eşitliği gerçekleştirmek için her türlü önlemi alır” şeklinde, yeni bir fıkra eklenmelidir.

TCK’de “namus cinayeti” olarak adlandırılan cinayetlerde öngörülen ce­za indirimi kaldırılacak; evlilik içi tecavüz suç olarak tanımlanacak; dini ni­kâha ve aile içi şiddet uygulamalarına yönelik cezalar arttırılacak. Sistemde­ki bekâret muayeneleri ile ilgili hükümler değiştirilecek.

Kız çocuklarını erken evliliğe, erken gebeliğe ve çocuk doğurmaya zorla­yan, onların yükünü arttıran ve sağlıklarını olumsuz yönde etkileyen uygu­lamaları geriletici bir toplumsal bilincin oluşması için politikalar geliştirile­cek. “

Son olarak Meclisin en erkek, en ırkçı, en milliyetçi faşist partisi MHP’nin programına bakalım:

“Aile milletimizin temelidir. Toplum hayatının ahenkli ve sağlam şekilde devam ettirilmesinde, gençlerimizin yetiştirilmesinde, ahlakın, milli ve ma­nevi değerlerin korunmasında; aile yapımızın tabii ve tarihi vasıfları olan, örf ve ananelerimiz ile perçinlenmiş bulunan, sevgi, saygı, feragat ve fedakârlı­ğın rolü her şeyin üzerindedir. Fert ve millet seviyesinde sosyal güvenliğin ilk ve en önemli teminatı ailedir. MHP Türk toplumunun her türlü sosyal ve eko­nomik dalgalanmaya karşı sigortası olan aile anlayışı bilinçlendirilerek güç­lendirilecektir. Toplum ve ülke için fedakârlık edebilecek bireyler bu yuvalar­dan kazanılacaktır. Kadınların insan yetiştirme ve sosyal aktivite gibi özellik­lerinden azami ölçüde faydalanılacaktır. Kadınlar toplumsal alt yapının mi­marları olarak özel bir konuma sahip olacaklardır.”

Mussolini’den aldıkları 3K’nm (Kind, Küche, Kirsche/ Çocuk, Mutfak, Kili­se) Türkiye versiyonu, MHP’nin programında kadına verdikleri rol, hiçbir yo­ruma ihtiyaç duyulmayacak kadar açık. MHP’de kadınlar “toplumsal alt ya­pının mimarları olarak özel bir konuma sahip olacaklar”m\ş\ Peki, MHP’nin toplumsal alt yapısı ne? Çocuk, mutfak, kocaya hizmetkarlık! MHP’nin son seçimlerde 70 milletvekilinden 2’sinin kadın olduğunu belirtip; 1999 bütçe görüşmeleri sırasında Meclis’teki bir erkek diyalogu ile bu bölümü noktala­yalım:

Fazilet Partisi Milletvekili Aslan Polat demiş ki: “Onlar ürkek, biz erkek, di­yenleri test edeceğiz. Memur maaş zamlarının sonuna kadar takipçisi olaca­ğız. “

Fazilet Partisi vekilin bu sözlerine yanıt, MHP’li Aydın Ali Uzunırmak’tan gelmiş: “Hiç tereddütünüz olmasın biz erkekliğimizi ispatlarız!” Edepsizlikte sınır tanımayan ve bu konuda birbirleriyle yarışan Polat, Uzun ırmak’i; “0 dediğini müstehcen manada söylüyorsan istediğin yerde varım seninle… “biçiminde yanıtlamış.

Meclis tutanaklarından alman bu küçük diyalog, erkek meclisin insanlaş­madaki düzeysizliğini gösteriyor! Erkek, milliyetçi, ırkçı, faşist MHP ile geri-ci-dinci, erkek FP milletvekillerinin dilinden.

Erkek Siyasetinin Temel Taktiklerinden Biri: En İyi Savunma Saldırıdır!

“… kadınlar siyasete ilgi göstermiyorlar, bilinç düzeyleri eksik, çağırıyo­ruz gelmiyorlar, hakları için yeterince mücadele etmiyorlar, kendi sorunları­na sahip çıkmazlarsa, bundan erkekler, devlet ve kurumlar sorumlu tutula­maz; kadınlar politikada yeterli deneyime sahip değiller, bu nedenle kota politikası eşitliğe ters düşer; kadın sorunlarının kaynağı az gelişmişliktir, eğitim düzeyinin düşüklüğüdür, bizim yapacağımız bir şey yoktur… “(13)

Paylaştığımız bu pasaj, sermaye egemenliğine sırtını dayamış, siyasal alanın erki siyasetçi erkeklere ait. Onlar kadınların politikada yer almaması­nı böyle izah ediyorlar. Bize çok tanıdık gelen bu cümlelerin her biri başlı ba­şına bir tartışmayı hak ediyor.

Burjuva siyasetçi erkeklerin iddiasına göre; “Kadınlarsiyasete ilgigöster-miyorlar”m\ş\ Gerçekten öyle mi? Her şeyden evvel bu iddia; kadınların si­yasete ilgisizliğinin nedenlerini yok sayarak, sonuç üzerinden bir genelleme yaptığı için yanlış. Erkek egemen sermaye düzeni siyasetin gerektirdiği za­manı kadından fiilen çalıyor. Onu çocuk bakımı, ev işleri ve erkeğe hizmet gi­bi dünyasını küçülten işlere mahkum ediyor. Yine annelik ve ev köleliliği, ka­dının siyasal alanın gerektirdiği formasyona sahip olmasını da önleyen bir durum olarak açığa çıkıyor. Dolayısıyla, burjuva siyasetçi erkeklerin iddiası; siyasette erkek egemenliğini gizlemenin, ya da flulaştırmanm bir yolu olarak sarıldıkları kocaman bir yalandır.

Gerçekleri ters-yüz eden ve asıl sorumlu olan erkek egemen sistemin be­lirleyici rolünü gizlemeye çalışan; “Bilinç düzeyleri eksik, çağırıyoruz, gelmi­yorlar” iddiası ile devam edelim. Burjuva siyaset erkeğe temsiliyet hakkını verirken, kadına da eğitimli olmasını dayatır. Sanki, bu memlekette ilkokul mezunu erkeklerin milletvekili seçildikleri gerçeği yokmuş gibi! Sanki, eğitim hakkından kadınlar ve erkekler eşit yararlanıyorlardı iş gibi!…

Yapılan araştırmalara göre, hayatın her alanında olduğu gibi, eğitimde de kadm ile erkek arasında eşitsizlik olduğu ayan-beyan ortada. Burada, uzun uzun kadınların eğitim hakkını hangi düzeyde kullanabildiğini istatis­tikler üzerinden ele almamız gerekmiyor. Ancak kadm ve politika sorunu ile direkt ilişkisi olan bazı mesleklerin kadınlara nasıl kapatıldığına bakmakta yarar var. Valilik, kaymakamlık, emniyet müdürlüğü, hakimlik, savcılık, müsteşarlık, genel müdürlük gibi devletin birinci, ikinci derecedeki temsil­cileri olan bu mesleklerde, kadınların ya hiç ya da çok sınırlı yer alması bir tesadüf olmasa gerek. Bugün bütün valiler erkek. İRİS Eşitlik Gözlem Gru-bu’nun 2007 yılında yaptığı araştırmaya göre: 25 bakanlık müsteşarının ta­mamı erkek. 85 müsteşar yardımcısından yalnızca 2’si kadm. Kamudaki 139 genel müdürden 8’i; 363 genel müdür yardımcısından 36’sı kadm. Orta ka­demeye inildiğinde de durum değişmiyor. 1211 erkek daire başkanına karşılık 192 kadm daire başkanı; 6618 erkek şube müdürüne karşın 1232 kadm şube müdürü var.

Adalet Bakanlığı APK Daire Başkanlığı 2004 yılı verilerine göre: Türkiye’de toplam 5869 hakimin 1601’i kadın; 3168 savcıdan ise yalnızca 135’i kadındır.

Bu veriler, bile başlı başına kadınların siyasal alandan, iktidardan nasıl uzak tutulduğunun düzeyi konusunda çok şey anlatıyor. Ve bütün bu verile­re/gerçeklere rağmen; siyasetçi erkekler kadınların siyasal alanda yer alama­malarını “bilinç düzeyiyle” açıklamakta(l) ısrar ediyorlar. Diğer iddialar gibi bunun da nedeni malum! Sermaye egemenliğinin siyasal temsilcileri olarak sorumluluklarını gizlemeye, bilinç bulandırmaya çalışıyorlar. Tabii bu arada geçerken; “kadm sorunlarının kaynağı az gelişmişliktir, eğitim düzeyinin düşüklüğüdür”demagojisine sarılıyorlar. Kendilerince bir taşla iki kuş vuru-yorlar(!) Ve başta erkek devlet gelmek üzere, devlet kurumlarını ve siyasetçi erkekleri, partilerini aklamaya çalışarak tam bir yavuz hırsız örneği sergili­yorlar.

Siyasetçi erkeklerin kadınları; “hakları için yeterince mücadele etmiyor­lar, kendi sorunlarına sahip çıkmazlarsa” iddiasıyla suçlayarak hem kendile­rini ve partilerini, hem de devlet ve kurumlarını aklama çabası gerçeklerin duvarında tuz-buz oluyor.

Evet. Kadınlar kendi hakları için mücadele edemiyorlar. Çünkü, erkek egemen sermaye sistemi: Kadınları hep sorunlu özne olarak görüyor. Bastırı­yor, eziyor, nesneleştiriyor, eve kapatarak cehalete itiyor. Dünyasını küçültüp, erkeğe bağımlı hale getiriyor. Toplumsal siyasal yaşamda özneleşmesini engelleyerek, erkek siyasetin kadın erleri haline getiriyor. Kendine olan güvenini sarsıyor, bitiriyor. Siyasal alanda kadınların hakları, talepleri için mücadele eden kadınlara yaşam hakkı tanımıyor. Kadın siyasetçi yerine, er­keğin kanatları altına sığınmış, erkeğe bağımlı hale gelmiş siyasetçi kadınla­rı tercih ediyor. Sıkıştığı her yerde kadına karış anneliği kullanıyor vs. Kadın­ların “hakları için yeterince mücadele etmiyorlar” iddiasının bir yanını bun­lar oluşturuyor. Peki, kadınlar cins bilinci edinip, hakları için mücadele et­meye kalktıklarında ne oluyor?

Bu coğrafyada en basit bir hak alma mücadelesinin, talebinin bütün ezi­lenler/kadınlar için devletin ordusuyla, polisiyle, özel güvenlik birimleriyle, mahkeme ve mahpushaneleriyle nasıl engellendiğini iddia sahibi siyasetçi erkekler bilmiyor olamazlar. O baskıcı, antidemokratik, gerici, faşist yasaları Meclisten geçiren bizzat kendileri değil mi? Gerçek bu olmasına rağmen, bir de kalkmış kadınları haklarını aramadıkları için suçluyorlar. Coplu dayakla başlayan devlet şiddetinin karakollarda aldığı biçimler, kadınlar söz konusu olduğunda cinsel taciz ve tecavüzle çeşitlenir.

Hakkını arayan kadın, yalnızca devlet şiddetine maruz kalmaz. Evdeki er­keğin şiddeti ve toplumsal baskı da devletin şiddetine eşlik eder. Evdeki er­keğin şiddetine maruz kalan kadın, hakkını aramaya çalıştığında karakolda­ki polisten: “Koçandır, severde, döver de” yanıtını alır. Kadın şikayetinden vazgeçmeyip işi mahkemeye taşıdığında “Kadının kamından sıpayı, sırtın­dan sopayı eksik etmeyeceksin!” kararı bir tokat gibi suratına çarpar. Sokak­ta erkeğin tacizine uğrayan kadın, karakolda tartaklanıp bir anda suçlu ilan edilir. Görmek isteyenler için bu coğrafyada o kadar çok örnek var ki! Ve bü­tün bu örneklerde: Hukukuyla, ahlakıyla, kültürüyle, eğitimiyle, bilimiyle, sanatıyla, politikasıyla, devletiyle ve tüm kurumlarıyla erk’ek korunur. Siya­setçi erkekler de bütün bu ayrıcalıklardan yararlanırlar. Aynı zamanda bütün bu kurumlar da etkide bulunurlar. Hatta bizzat yapıcıları olarak da rol oynar­lar. Bütün bu gerçeklere rağmen, kadınlara ders vermekte hiçbir sakınca gör­mezler.

Kotaya karşı çıkan burjuva siyasetçi erkeklerin eşitlikçi kesilmeleri hem gülünçtür, hem de ilginç! itirazlarının temelini kotanın eşitliği bozacağı sa­vunusu oluşturur. Fakat gerçekte olmayan eşitliğin kotayla nasıl bozulacağı­na dair konuşmaktan da imtina ederler. Ve “Kadınlar politikada yeterli deneyime sahip değiller, bu nedenle kota politikası eşitliğe ters düşer!” “gerek­çeline sıkı sıkıya sarılırlar. Aslında kotaya karşı çıkışlarındaki temel gerekçe şudur: Kadını siyaset dışına itmek; kadınların ezilme, bastırılma durumunu süreklileştirmek, cins olarak ayrıcalıklarını, üstünlüklerini korumaktır. Tali bir gerekçe de; siyasal alanda erkekler arasında süren yarışa bir ikinci gücün, kadınların katılımını arttıracağı, erkeğin alanını “daraltıp”, şansını azaltaca­ğı için kotaya karşı çıkarlar.

Kadınların siyasal alanda neden az yer aldıklarını “yanıtlayan” burjuva siyasetçi erkekler; bir kez daha kadınları suçlayarak, en iyi savunma saldırı­dır taktiğini uygulamışlar. “Bizim yapacağımız bir şey yoktur” sözleriyle de son noktayı koymuşlar. Ancak bir de, madalyonun öbür yüzünü çevirip, kurtlar sofrasında var olmaya çalışan kadınların değerlendirmelerine bak­mak, burjuva siyasetteki tabloyu tamamlayacaktır.

“Bir Dokun Bin Ah İşit!”

20. Dönem (1995-1999) kadın milletvekilleriyle bir mülakat yapılmış. Gö­rüşmeye, CHP’den Oya Araslı, Birgen Keleş, DSP’den Sema Pişkinsüt, ANAP’tan imren Aykut, Işılay Saygın, Lale Aytaman, Demokratik Türkiye Par­tisi (DTP)’nden Gencay Gürün, Ayseli Göksoy ve DYP’den Ayfer Yılmaz katıl­mış. Bu görüşmede, kadın milletvekillerinin siyasal alanda yaşadıkları sorun­lara dair dile getirdikleri fikirleri sınıflandıracak olursak:

1-) Kadın milletvekillerinin genellikle partilerin tabanında siyasete başla­madıkları, genel başkanlarca tepeden listelere konuldukları;

2-) Meclise girmeyi başaran kadınların mesleklerinde, bulundukları alan­da çok başarılı oldukları taktirde listelerde yer verildiği; esas olarak siyaset­te etkin ve varlıklı ailelerden gelenlerin tercih edildiğini,

3-) Parti genel başkanı ve kurmaylarına hiç değilse genel başkanın eşine yakın olmak bir diğer koşul. Ancak bu yolla Meclise giren kadınların da bir dönemlik şansı olduğu belirtiliyor.

4-) Siyasette kadına ayrılan çok sınırlı yer içinde; eğitim düzeyinin yük­sek olması yetmez. Ek unvanlarının olması, en az bir dil bilmelerinin istendi­ğini,

5-) Siyasetin erkek ve kadınlara karşı farklı uygulamalarının olup olmadı­ğı sorusuna da bütün katılımcıların yanıtı ‘evet’ olmuş.

6-) Işılay Saygın hariç; tüm kadın vekiller seçim kampanyalarında ve genel olarak Mecliste kadınlara bakış açısının cinsiyetçi olduğu fikrinde birleşmişler.

7-) Siyasetin yürütülme biçimleri, araçları da erkeğe göre belirlendiği için; seçim kampanyalarında kadınların erkekle eşit düzeyde çalışma yürütemedikle­rini ifade etmişler.

Siyasal alanda eşit olmayan kadın ve erkekler arasında süren bu yarış; kitle­lere gidişte de eşitsizlik gerçeğini açığa çıkarmıştır. Bu konuda yaşanan sorun­lardan biri; kadınların bütün kolaylaştırıcı unsurlara rağmen çocuk, erkek, ev iş­leri gibi sorumluluklarını sürdürme zorunluluğu, diğeri de; kadınların akşama belirli bir saatten sonra evlerine dönme zorunluluğunu erkeklerin duymamasıdır. içki sofralarında erkeklerin seçim kampanyasını sürdürmesidir.

Erkek siyasette 18 yıl tutunmayı başaran istisna örneklerden biri olan imren Aykut’tan paylaşacağımız pasajlarla bu bölümü noktalayalım!

“… kesinlikle ama kesinlikle ondan (erkekten bn.) birkaç defa kabiliyetli ol­manız lazım, birkaç defa daha eğitimli olmanız lazım. Bunun dışındaki kadınla­ra kesinlikle bir tek sıra bile ayrılmamaktadır.”

“… eğer halkın desteği, kamuoyunun desteği, kadınların son derece sempa­tik desteği olmasaydı burada beni çoktan bitirirlerdi. Çok uğraştılar, hala da uğ­raşıyorlar… Hiçbir zaman bir türlü içlerine sindiremiyorlar.”

“… bir kadının siyaset yapması maalesef o partinin liderinin, bir iki tane hü­kümet üyesinin himmetine kalmış.”

Ve son bir nokta daha Aykut’tan: “…. erkek siyasetçiler karşısında halk des­tekli güce sahip olmak siyasette istenilen durum değildir, aksine kadınlardan er­keğin desteğiyle ayakta durup, onların kanatları altına girerek siyaset yapması istenmektedir.”‘(ı 4)

*Morgan’ın bumda sınıf kavramını tırnak içerisinde kullanmasının nedeni; sınıfların ol­madığı, eşitlikçi bir toplumdan söz ettiği içindir. Bilindiği ve genel olarak kabul edildiği gibi; sınıf olgusu insanlığın gelişim aşamalarından uygarlığa ait bir olgudur.

Kaynakça:

1-      Lewis Henry Morgan, Eski Toplum, Cilt 1, sf.109

2- Age, sf.109

3- F.Engles, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf.17

4- Özgür Güneş, Politika Dersleri, sf.17

5- Age, sf. 21—22

6- Marilyn French, Kadınlara Karşı Savaş’tan derlenmiştir.

7- Derleyenler: Aynur ilyasoğlu- Necla Akgökçe, Yerli Bir Feminizme Doğru, sf. 267

8- Andre’e Michel, Feminizm’den derlenmiştir.

9-  Age

10- Age

11-     Ceorge St. Ceorge, Sovyetler Birliği’nde Kadın, sf. 14

12- Erol Tuncer, Siyasette Kadın

13- Yerli Bir Feminizme Doğru derlemede: Serpil Çakır, Bir’in nostaljisinden kurtulmak: Si­yaset teorisine ve pratiğine cinsiyet açısından bakış, sf. 405—406

14- Age

Leave a Comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir